Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / İLKAV´ın 25. Yılında Mehmet Pamak´la Söyleşi 3. BÖLÜM

İLKAV´ın 25. Yılında Mehmet Pamak´la Söyleşi 3. BÖLÜM

İLKAV’ın 25. Yılında Mehmet Pamak’la Söyleşi

  1. BÖLÜM: “İkisi de Sekülerleşmeci Olan AKP ve Gülen’den İlki Gücünü Halktan, Diğeri Emperyalist Odaklardan Almaktadır”

 

AKP – GÜLEN KOALİSYONU, GÜLEN’İN BÜROKRATİK GÜCÜ VE

AMERİKA’DA KURDUĞU İLİŞKİLER SONUCU OLUŞTU

 

Radyo Denge: Bildiğimiz kadarıyla sizin başından beri “AKP-Gülen Koalisyonu” olarak nitelendirdiğiniz ve yine sizin ifadenizle “Yeni Statüko”yu oluşturan bu birliktelik nasıl ortaya çıktı?

 

Pamak: Evet, sizin de ifade ettiğiniz gibi, başından beri Erdoğan hükümetini “AKP-Gülen Koalisyonu” olarak nitelendirdim. Hem de o kadar önce söyledim ki, bu nitelemeyi ilk kullananlardan biri sayılabilirim. O sırada birlikte hareket ettiğimiz bir grubun öncüleriyle ortak bir toplantımızda görüşlerimi açıklarken de bu nitelemeyi kullanmam üzerine, içlerinden birisi “Mehmet abi sen solcuların jargonlarıyla konuşuyorsun, hükümetin Gülen ile koalisyon olduğunu nereden çıkarıyorsun?” demişti. O zaman da, hem vakıayı okuyamayan sığ siyasal perspektifi, hem de şahsıma saygısızlığı sebebiyle bu kardeşimizi eleştirmiştim. Ben o bahsettiği türden solcuların yazılarını hiç okumamıştım, eğer onlar da kullanıyorlarsa bu nitelemeyi, niye ben onlardan almış sayılıyorum da onların benden almış olabileceği düşünülmüyor, bu sağlıklı ve adil bir bakış olamaz. Aslında biraz tarafgirlikten de kaynaklanan bu sığlık ve dar görüşlülükle referandum olayında da doğru bir değerlendirme yapamadılar, sistem içi değişime eklemlenerek askeri vesayeti tasfiye ediyoruz heyecanıyla AKP politikalarına destek verdiler. Sistem içi görece özgürleşmenin duygusallığı ve kimi “kazanımların” pragmatizmi ile körleşerek, hep birlikte, bugün “Paralel Yapı” denilerek şikayet edilen grubun HSYK, emniyet, istihbarat ve yargıyı ele geçirmek suretiyle yeni bürokratik vesayeti oluşturmasına seyirci kaldılar, hatta referanduma oy vererek destek de vermiş oldular.

 

Radyo Denge: Peki, bu koalisyon nasıl oluştu?

 

Pamak: Türkiye’de tıkanan rejimin değişime zorlanması sonucunda yaşanan değişim süreci bölgemizdeki diğer değişim süreçlerinin de öncüsü oldu. Ülkemizde 80 yıldır tahakkümünü sürdüren Kemalist laik kapitalist ulus devlet, egemen darbeci bürokratik despotizm ve ulusalcı kapitalist seküler resmi ideolojisi tıkandı, çöktü ve konjonktürün de zorlaması sonucunda sistem değişmek zorunda bırakıldı. Türkiye’de sistemi değişime zorlayan kesimlerin arasında, en başta merhum şehidimiz Şeyh Said’ten beri bedel ödeyen Müslümanlar vardır. İstiklal mahkemelerinden bu yana, on binlerce Müslüman katledildi, on binlercesi de zindanlarda büyük acılar çektiler. Sadece bizim İLKAV ve şahsımız hakkında bile son 22 yıl içinde yaklaşık 80 civarında soruşturma ve davalar açıldı. Bir çok siyasal/ideolojik kararlarla hapis cezalarına hükmedildi. Bunun yanında diğer muhalif kesimlerin de egemen statükoya karşı mücadeleleri (muhalif sol, Kürt solu, kimi Alevi kesimler ve en son olarak da bazı liberaller) bu minvalde katkılar sundu. Üstelik şu da bilinmelidir ki, bizler ve diğer bedel ödeyen kesimler, egemen zorba sistemle meydanlarda, mahkemelerde, zindanlarda, sürgünlerde hesaplaşırken, bugün liberalleşerek değişimin öncülüğünü üstlenenler, o gün devletçi, ulusal kirliliklerle mâlül biçimde, uzlaşmacı bir konumda bulunuyorlardı. Bugün AKP öncüsü olan geçmişin “Milli Görüşçüleri” kendilerine sıra gelene kadar, bizler TCK 312. Madde ve benzerleriyle yıllarca ideolojik yargının baskısından geçerken seyretmekle yetinmişlerdi. Hatta bugünün sistem içi değişimcisi, görece özgürlükçüsü Fethullah Gülen gibi önderler o zorlu mücadele süreçlerinde darbeci generallere methiyeler düzen bir zilleti yaşıyorlardı.

 

Evet, sistemin iç çürümesine ilaveten, zikrettiğim bütün kesimlerin mücadeleleri ve ödedikleri bedellerin sistemi yıpratan birikimi ve konjonktürün zorlaması sonucunda, sistem değişmek zorunda bırakıldı. On yıllardır bütün bu zulümlerine rağmen darbeci bürokratik despotizmin arkasında durup destekleyen, batılı emperyalist demokrasiler, artık İslami kimlik ve Kürt etnik kimliğiyle savaşan, radikal laik ve Türk ulusalcısı niteliğiyle bu sistemin devam etmesinin mümkün olmadığını gördüler. Son denemeleri olan 28 Şubat darbesiyle de sonuç alamayınca, bölgedeki patlamaya hazır aynı sosyal yapının Türkiye’de de meydana geldiğini görerek, ilk değişimin burada meydana gelmesi ve bölgeye model olarak sunulması için değişik alternatifleri denediler. Küresel sistem, başlangıçta tabii ki bu değişimde AKP’nin öncülüğünden razı değildi. Bu sebeple ısrarla kendi yandaşlarının öncülüğünde ve yine Batı güdümünde bir değişimi gerçekleştirmek için yandaş alternatifler oluşturmaya çalıştılar (İlk olarak DSP’den Cem İpekçi ve Derviş’in öncülüğü, sonra da Amerika’dan getirilip DYP’nin başına geçirilen M. Ali Bayar’ın öncülüğü denendi). Ancak büyük medyatik ve maddi destekle abartarak halka sundukları ve çok boyutlu destek verdikleri bu yandaş siyasi kadrolar yeterli halk desteğini arkalarına alabilecek bir performans ortaya koyamadılar. Bu arayışlar tutmayınca da, önce önünü kesmek için her türlü atraksiyonu yapan güçler, halkın büyük desteğini alan AKP kadrosunun ve Erdoğan’ın bükemedikleri bileğini öpmek zorunda kaldılar ve ondan sonra da kontrollü biçimde önünü açmak yoluna gittiler.

 

Bilindiği üzere Tayyip Erdoğan, ideolojik yargı kararlarıyla kendi hukuklarına bile aykırı bir operasyonla yasaklanmış, seçimlere girmesi engellenmişti. Ancak o, Genel Başkan’lık konumunu koruyarak Partisini seçimlere soktu ve büyük bir halk desteğiyle seçimi kazandı, yasaklı olduğu için Milletvekili seçilemediğinden Başbakan olamadı ve onun yerine Abdullah Gül Başbakan oldu. Bu seçim zaferi karşısında geri adım atan ABD Başkanı onu Amerika’ya davet etti. Erdoğan, Genel Başkan olarak gittiği Amerika’da Başbakan gibi karşılandı. Görüşmeler sonunda Erdoğan’ın önü açıldı. AKP’nin çizgisinin düşmanlığına kendisini konumlandırmış ve bu sebeple de sürekli darbeleri teşvik edip içinde yer almış CHP’nin o günkü Genel Başkanını ve yönetimini birileri öylesine etkilediler, öylesine ikna edip yönlendirdiler ki, hiçbir zaman ve asla yapmayacağı bir şeyi kolayca yaptırdılar. Daha sonra kaset operasyonuyla Kemal Kılıçdaroğlu’nun önünü açanın da ve bugün Sarıgül’ü aday yaptıranın da aynı irade olduğu anlaşılıyor. Bu iradenin, içerde TÜSİAD içinde uzantıları da olan uluslararası emperyalist güç odakları olduğunu artık herkes söylüyor. bu İşte bu tür bir yönlendirmeyle sağlanan Deniz Baykal ve ekibinin desteğiyle Erdoğan’ın şahsı için anayasa değişikliği gerçekleştirilerek Erdoğan’ın Milletvekili seçimine girme yasağını kaldırttılar. Ayrıca bir milletvekilini istifa ettirip Siirt’te suni bir boşluk oluşturarak erken seçim kararını da yine CHP desteğiyle aldırdılar. Böylece Erdoğan’ın önce Milletvekili seçilmesi, sonra da Başbakan olması sağlandı. Bu süreçte Amerika’da Yahudi lobisi ve Neo-Con’larla ve CIA ile çok yakın bir dayanışma içinde olan Gülen ve ekibinin önemli rol oynadıkları, hatta bu kesimlerle Erdoğan ve AKP öncülerinin görüşmelerine aracılık ve öncülük ettikleri söyleniyor.

 

Radyo Denge: Gülen ekibi bu süreçte mi hükümete ortak kılındı?

 

Pamak: Amerikan Utah Üniversitelerinde öğretim üyesi olan cemaate yakın Prof. Hakan Yavuz, 2004 yılında Tempo dergisine verdiği röportajında; özellikle 2001 yılında gerçekleşen “İkiz Kuleler”e saldırı sonrasında Amerika ABD ve batı çıkarlarını koruyarak Türkiye ve bölgeyi dönüştürürken öne çıkarılması gereken “nasıl bir İslam olmalı?” sorusunu sorduğunu ifade edip; İşte bu soruya en doğru cevabı AKP ve Gülen’in verdiklerini, bu sebeple de önlerinin açıldığını ima eden açıklamalar yapmıştı.

 

Erdoğan Başbakanlığındaki AKP hükümetinin önü açılırken, AKP öncülerinin Amerika’daki ilişkilerini de sağlayan CIA kontrolündeki Gülen kadrosu önemli rol oynuyor. Belki önce aynı Kemalist vesayet sisteminin mağdurlarının dayanışması gibi başlayan birliktelik, Gülen ekibinin bir yandan bu küresel desteğinin, diğer yandan da Özal döneminde başlamış olan bürokrasideki önemli kadro birikiminin de etkisiyle kendiliğinden bir ittifaka dönüşüyor ve zamanla da yönetimi paylaşarak AKP-Gülen koalisyonu denecek boyutlara ulaşılıyor. Aslında bu koalisyonda Gülen ekibinin varlığı, küresel güçlerce kuşatma altında tutulması ve kolay yönlendirmeye müsait olma özelliği bakımından da Neo-con ve İsrail lobisi açısından önemli bir güvence teşkil etmiştir. Başta karşı çıkılan Tayyip Erdoğan, halk desteğini arkasına alması sebebiyle bükemedikleri bileği öpmek kabilinden önü açılmakla beraber, aynı zamanda ülkeyi ve bölgeyi dönüştürme hedefi açısından şahsi “dindar” kimliği ve yaşantısıyla daha elverişli olduğunun fark edilmesi de bunda rol oynamıştır. Ama onun her an kırmızı çizgileri aşabilme riskinin olduğu baştan beri öngörüldüğü için, kendileri için daha güvenilir kabul edilen Gülen ekibi bu koalisyonda önemli bir güvence olarak görülmüş ve desteklenmiştir.

 

AKP YERLİ BİR İNİSİYATİF OLARAK GÜCÜNÜ HALKTAN,

GÜLEN İSE, KÜRESEL EMPERYALİST ODAKLARDAN ALMAKTA

 

Radyo Denge: Bu koalisyonun iki ortağının, ABD-İsrail ve AB gibi bölgemiz üzerinde emperyalist emelleri, hesapları ve projeleri olan güçlere nazaran konumları aynı mıdır?

 

Pamak: Koalisyonun her iki tarafı da sekülerleşmeden yana olmasına, laiklik, demokrasi ve liberalizmle, bireysel ibadetlere indirgenmiş İslam algısını sentez eden protestanlaşma hedefine hizmet ettikleri vakıasına rağmen, AKP lider kadrosu daha yerli politikalar ve kaptığı inisiyatif kadar daha bağımsız bölgesel politikalar takip etmeye meyillidir. Gülen ise, küresel işbirliği içinde olduğu güçlerle, özellikle ABD, İsrail ve AB ile asla ve hiçbir şartta ters düşmemeyi şiar edinmiş ve onları küresel sistemin meşru otoritesi olarak kabul etmiş bir kesim olarak konumlanmıştır.

Bu sebeple ülke ve bölgede bu güçlerin çıkarlarına ters giden bir şeyler olduğunda ilk önce rahatsız olup tepki veren ve onları memnun etmeye özen gösteren hep bu grubun medyası ve öncü kadroları olmaktadır. Filistin sorunu sebebiyle İsrail ile ilişkilerin bozulmasında ve İsrail’in Mavi Marmara saldırısında, Suriye ve Mısır konusundaki Türkiye politikalarında ve Kürt sorununun yerli inisiyatifle çözülme teşebbüsünde, İran ile ABD-İsrail ve Batıyı rahatsız eden ilişkiler kurulduğunda olduğu gibi, her seferinde bu kesim küresel operasyonların koçbaşı rolünü oynamaktan kaçınmamıştır.

 

Tüm bunlardan anlaşılan o ki, Gülen cemaati, Türkiye hükümetine yapılacak operasyonlar için bu küresel güçlerce kolayca kullanılabilecek bir araç olmak bakımından oldukça işlevsel bir konumu tercih etmiş bulunuyor. Bütün bunlar, bir yandan Kemalist dış politikayı içselleştirerek Batıyla iyi geçinmeyi şiar edinmekten, diğer yandan da 150 civarında ülkede açılan okulları korumak, geliştirmek adına o ülkelerin yönetimleriyle ve o ülkelerde çalışma yapan başta ABD ve İsrail olmak üzere bu küresel güçlerin rızasını, desteğini kazanmak için kurulan ve sürekli sıcak tutmak istedikleri ilkesiz çıkar ilişkilerinden kaynaklanıyor. Bu güçlerle kurulan ittifaklarda, şüphesiz güçlü olan devletler güçsüz olan cemaati kullanmak hususunda daha başarılı olmakta ve üstelik bu ilişki sürecinde hem bu cemaatten bazılarını devşirmekte, hem de doğrudan kendi adamlarını da içeriye sızdırmaktadırlar. Hatta sonuçta, bu cemaat adına yapılan bazı şeyler de doğrudan bu devşirilmiş ya da sızdırılmış kadrolar eliyle yapılabilmektedir. Tabii ki, bu ilkesiz çarpık ilişki sonucunda, hele de bir taraf diğerini dünyanın mutlaka dikkate alınıp iyi geçinilmesi gereken meşru otoritesi olarak gören ve biat, teslimiyet, mağlubiyet psikolojisiyle itaat eden taraf olunca, güçsüz olanın güçlüye benzemesi kaçınılmaz sonuç olmakta. Tabii ki, sonuçta bu ilişki ağından, güç peşinde koşarken küresel güce malzeme olmaktan kurtulamayan Gülenist “Türk Siyonizmi” doğmaktadır.

 

Toplumsal bir yasa olarak; kendi değerlerine ve kimliğini oluşturan temel unsurlara yeteri kadar bağlı ve bilinçli olmayanların, hele de çıkarlarını tüm değerlerin önüne geçirmiş bulunanların, karşısında yenilgiye uğradıkları galip yada maddi yönden üstün kültürlere karşı kompleks duymaları ve onlara meyletmeleri, onlara özenip, her yönden onlar gibi olmaya çalışmaları kaçınılmaz bir sonuçtur. Ve insanlık tarihi bunun hep böyle olduğunun örnekleriyle doludur. İbn-i Haldun da, bu toplumsal hadiseyi tespit ederek, Mukaddime adlı eserinde ifade etmiş bulunmaktadır. İbn-i Haldun bu tespiti, “mağlup, ebedi olarak, gâlibin hayat tarzına, şiarına, kıyafetine, mesleğine, sair ahlak ve adetlerine tabi olmaya, onu örnek almaya düşkündür” şeklindeki yargısını açıklamak üzere ifade ediyor. İşte bu hal, galibin ya da güçlünün karşısında, mağlubun ya da güçsüz olanın içine sürüklendiği mağlubiyet psikolojisidir ki, bu psikoloji ABD, İsrail ve Yahudi lobisiyle kurduğu ilişkide Gülen ve ekibinde fazlasıyla vardır.

 

Radyo Denge: Gülen ve ekibinin bu mağlubiyet psikolojisiyle küresel güçlere teslimiyetini ortaya koyan somut bir örnek verebilir misiniz?

 

Pamak: Bu konuda bir çok belge ve bilgi var ve bunları zaman zaman alıntılıyorum. Mesela Gülen’in ABD hakkındaki şu tespiti tam da bu mağlubiyet psikolojisi içindeki teslimiyeti ele veren türden; 1997’de Nevval Sevindi’ye bir röportaj veren Gülen, işbirliği yapması karşılığında ABD ve dünyada 100’lerce okul açmasına izin verecek olan ABD için şunları söylüyordu: “Amerika da şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi, fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. Çünkü Amerika kendi işlerinin ahenk içinde gitmesini ister, Amerika düzeninin bozulmamasını ister. Amerika’daki ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam.” “… şurada bulunmamıza izin veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir. Fakat insan olarak bizi çok alakadar eden dünyadaki dengeyi düşünüyorsak, o zaman Amerika’nın bu dengedeki yerine dikkat etmek zorundayız. Dümende onlar var”.

 

Nevval Sevindi’nin “Amerika’ya büyük bir ilginiz olduğu görülüyor, burada üniversite de açmaya hazırlanıyorsunuz” ifadesi üzerine de şu ibretlik teslimiyeti ortaya koyuyor; “Amerika’ya alaka duymamızın sebebi, çoğumuz Amerikan kültürüyle, Avrupa kültürüyle yetiştik. Aklın yolu birdir bence…” diyerek, aklın yolunun Amerika ve Avrupa’nın şirk kültürü istikametini gösterdiğini ifade edebilmiştir. Bu akıl, olsa olsa, fıtratı bozulmuş insanın, beyan edildiği gibi Amerikan kültürü içinde kirlenerek selim vasfını kaybetmiş ve ön yargılarla sapmış olan aklıdır. Yoksa fıtri temizliğini koruyan bir insanın selim aklı, böyle cahilî bir istikameti değil ancak vahyin yolunu işaret eder. ABD ve onun ikiz devleti Siyonist İsrail ile ittifaka girilmesinin, onların tâbi olunması gereken büyük güç ve meşru otorite olarak algılanmasının ve onlara teslim olmaya götüren sürecin arkasında işte bu mağlubiyet psikolojisi ve ne pahasına olursa olsun güç olmayı fetişleştirme zihniyeti yer alıyor.

 

Ayrıca Gülen’in Amerika’daki çiftliğinin CIA Merkezine çok yakın bir mesafede bulunduğu söyleniyor, yani çok yakından kontrol altında tutulduğu ve yönlendirildiği anlaşılıyor. Uzun yıllar çok yakınında bulunmuş olan Latif Erdoğan, 1999 yılından beri ABD’de ikamet eden Gülen’in Yahudi bir CIA görevlisine belli periyotlar dahilinde rapor sunduğunu söylüyor; “Olan her hadiseyle ilgili hesap verdiğini çok defalar kendisinden dinledim. ABD’de durduğu sürece anti ABD anti İsrail söyleminde bulunması mümkün değil. Gülen çok yönlü bir esaret altında. Aidiyetini kaybetti. Ülkesinden uzaklaştıkça insan neler kaybettiğinin farkında olmuyor. Önceden İslam alemi için gözyaşı döken bir insan artık bunu umursamaz hale geliyorsa, bu şüphesiz bir kayıştır” diyor.

 

2006’da Gülen’i Türkiye’ye getirmek niyetiyle ABD’ye gittiği bilgisini veren Latif Erdoğan, daha uçaktayken ABD vizesinin iptal edildiğini, bu yüzden havaalanında gözaltına alındığını ve Gülen’le görüşemeden Türkiye’ye geri döndüğünü anlatıyor. Erdoğan, “Kendisiyle görüşmeye gitmem için beni defalarca arayan Gülen, o günden beri ‘geçmiş olsun’ demek için bile aramadı” diyor. Gülen’in ülkeye dönmesinin kendisini kullananlar tarafından da engellendiğini dile getiriyor.

 

Ayrıca FBI kendi resmi sitesinde, işbirliği yaptığı kurumları 2012’de açıklamış ve Gülen Enstitüsü’nün ABD iç istihbarat örgütü FBI ile olan işbirliği de bu liste sayesinde ortaya çıkmıştı. Cemaat, Gülen’in ABD’de olması nedeniyle zaten tahmin edilen bu işbirliğini kabul etmeyi riskli görmemiş ve işbirliğinin kültürel faaliyetlerle sınır olduğunun da altını çizmişti. Bundan bir süre önce de Rusya ve Özbekistan gibi ülkelerdeki Gülen okullarında öğretmen adı altında CIA ajanlarının çalıştığı iddia edilerek okullar kapatılmış ve bu ajan öğretmenler tutuklanmıştı.

 

Yenişafak’ta yer alan bir haberde de; “Paralel yapılanmanın istihbarat ve operasyon üssü olarak kullandığı Emniyet İstihbarat ve Terörle Mücadele Şubeleri’ndeki ihaneti MİT deşifre ederek yetkilileri uyardı. 17 ve 25 Aralık darbe girişimlerinin ardından emniyette yapılan kapsamlı görev değişikliklerinin ardından yeni göreve gelen yetkililere bilgi notları gönderen MİT, 2003 yılından itibaren gelişmiş teknik cihazlarla yapılan dinlemelerin bir kopyasının İsrail’e aktarıldığını vurguladı.” deniyor. Gülen’in Papa ile yaptığı görüşmenin gerçekleştirilmesine aracılık edenlerin de, daha önceki yılların Zaman gazetelerinde “en karanlık Yahudi-Siyonist örgüt” olarak tanımlanan ADL ve Kardinal O’connor olması da, bu ilişkilerin anlaşılması bakımından bir tarafa not edilmeli. Diğer taraftan, on yıllarca yakınında olup ilk halkada yer almış Latif Erdoğan “Hocaefendi Yahudileri çok sever o yüzden onlar gibi davranıyor” açıklamasını yapıyor. Bugün yaşananlara dikkat çeken Erdoğan “yapılanlar Yahudi ahlakıdır.Yahudiler döverken ağlar derler. Bu kadar Yahudileri seversen olacağı budur” diyor. Gülen’in, Mavi Marmara’ya uluslararası sularda korsanca saldırıp katliam yapan İsrail terör devletine tek kelime eleştiri yöneltmeden, katledilen insani yardım gönüllülerini meşru otoriteye itaat etmemekle suçlayan açıklaması da, işte bu tür çarpık ilişkilerin ve bu güçler hakkındaki yanlış kabul ve yaklaşımın sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

 

ASLINDA İKİ ORTAĞIN DA HEDEFİ, BATININ DA RAZI OLACAĞI

“ILIMLI İSLAM” ÇERÇEVESİNDE BİR SEKÜLERLEŞMEYDİ

 

Radyo Denge: Bu koalisyon ortaklarının birlikte yöneldikleri hedef neydi?

 

Pamak: Bugün tevhidi kesimin önemli bir kısmının da peşine takıldıkları yeni statükonun oluşumu ve bölgeyi dönüştürecek modelin ortaya çıkması için Türkiye’de değişimin öncülüğünü yapan liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu toplumu gönüllü sekülerleştirme misyonunu yerine getirmekteydi. Zora dayalı Kemalist modernleştirme ömrünü tamamlayıp artık tersine teperek Batı karşıtlığının tırmanmasına ve tevhidi İslami uyanışa yol açınca, ifade ettiğim dış ve iç sebeplerle başlayan sistem içi değişim sürecinde bir süredir gönüllü sekülerleşme gerçekleşiyor. Eskiden baskıyla laik ve demokrat olmaya, seküler/dünyevileşmiş bir hayat tarzına, kapitalist tüketim kültürüne eklemlenmiş hayatı kabule zorlananlar, AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde 12 yıldır bu eğilimleri gönüllü olarak benimseyip içselleştirerek yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Üstelik bu gönüllü, kendiliğinden dünyevileşme, seküler değerlerle kuşatılmış bir hayatı yaşama eğilimi, sari bir hastalık gibi yaygınlaşıp, tevhidi uyanış süreci kesimlerini de kuşatıyor.

 

Bu bağlamda, değişimin öncüsü AKP-Gülen koalisyonu da neo-liberalizm, demokrasi, laiklik ve küresel kapitalist sistem ile bireysel ibadetlere indirgenmiş “Ilımlı İslam” anlayışını sentez etme amacı güttüğünü, bu hedefe yöneldiğini hem söylem, hem de pratik olarak açıkça ortaya koymaktadır. Bu yöneliş, ister bu tür bir din algısını içselleştirdikleri ve doğru buldukları için tamamen yerli bir inisiyatifle olsun, isterse küresel denge, emperyal projeler bunun önünü açtığı ve teşvik edip desteklediği için olsun, isterse her ikisinin de etkisiyle olsun, sonuçta ülkede ve bölgede gerçekleştirilmek istenen, “ılımlı İslam”, “ılımlı laiklik” ya da “liberal İslam” ve Protestanlaştırma, sekülerleştirme ekseninde bir dönüşümdür.

 

2007 yılında ABD merkezli Rand Corporatinon’ın hazırladığı “Building Moderate Muslim Networks” (Ilımlı Müslüman Ağı Oluşturmak) başlıklı raporda; Soğuk Savaş döneminde Sovyet yayılmacılığına ve komünizme karşı küresel kapitalist sistemin müttefiki olarak kullanılan “ılımlı İslam”ın, bugün de “radikal İslam”a karşı kullanılması teklif ediliyor. ABD’ye “aşırılık yanlılığına karşı ılımlı Müslümanlar ağını daha fazla desteklemesi” öneriliyor. Bugün İslam âlemindeki çekişmenin düşünce savaşı olduğunu ifade eden rapora göre, bunun, “İslam’la Batı arasında bir medeniyetler savaşı değil, Müslümanlar arasında İslam’ın yapısını belirlemek için yapılan bir iç çekişme” olduğu ifade ediliyor. Aynı süreçlerde ABD’de yapılan ABANT toplantısında yönetime de yakın ABD’li bir Profesör, “İslam’la savaşan radikal Kemalist laiklik artık batı çıkarlarına zarar vermektedir, dinlere saygılı batı standartlarında ılımlı laiklik öne çıkmalıdır” diyordu.

 

Bugün artık, “evrensel”(!) olduğu iddiasıyla, küresel olmayı bile başaramamış olan batının seküler batıl değerleriyle bütünleşip uzlaşmanın gerekliliği, gerçek anlamda evrensel değerleri muhtevi vahye iman eden Müslümanlara da, ulaşılması gereken hedef olarak gösterilmektedir. İşte bu hedeflere kilitlenen çevrelerce, “Evrensel insanî değerlerde buluşma ve demokratikleşme hedefine” çağrılan Müslümanlara “Müslümanların demokratlığı(nın), hem Türkiye için, hem dünya için önemli” olduğu hatırlatılmaktadır. Çünkü önce tüm bölge, sonra da tüm dünya Müslümanlarının İslam algıları, Türkiye modeli üzerinden “ılımlılaştırılıp” laiklikle, demokrasiyle ve liberal-kapitalist küresel sistemle uzlaştırılmak istenmektedir.

 

Gerek Türkiye’de gerekse onu model alan ülkelerde bireysel özgürlüklerin önünün görece olarak açılması karşılığında, kamu alanının dinlerden soyutlanması, devletin bütün dinlere eşit uzaklıkta duran bir yapıya kavuşturulması, siyaset, ekonomi ve hukuk alanının İslam’ın müdahale etmediği, hevanın ürünü laik demokratik yasalarla düzenlenmesi kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Bir çok Müslüman aydın, yazar ve grup da bunu kabullenmiş bulunmakta ve bu yeni duruma uygun teolojik alt yapı oluşturma çabası içine de girilmiş bulunulmaktadır.

 

Radyo Denge: Yeni statükonun kurulup ayakta kalabilmesi ve halk kitlelerine benimsetilmesi için yeni din algısına ihtiyaç var demiştiniz. Peki, statükonun yeni dini neye göre oluşuyor ve bu yenilenmedeki ana etkenler nelerdir?

 

Pamak: Bilindiği üzere, tarihte Pavlus’un öncülük ettiği, Hz. İsa (as)’ın tebliğ ettiği tevhid dinini, paganist, putperest Roma’nın razı olacağı değişikliğe uğratarak, “teslis”i kabul edip, bugünkü laikliğe de uygun biçimde “Sezar’ın hakkı Sezar’a Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” şirk taksimini dinleştirerek egemen gücün razı olacağı “statükonun dini”ni üreten bir süreç yaşanmıştır. İşte bu süreçte, inzal edilmiş vahyi öğreti, tevhidi akıdesi ve şeriatı terk edilerek teslisçi, Sezar’ın (kamu-siyaset) alanına karışmayan Hıristiyanlık üretilmiş ve İznik Konsilin’de bu şirk din algısı tasdik edilerek Roma’nın resmi dini olarak kabul edilmiştir. Böylece Sezar’ların alanına “Tanrı”yı karıştırmayan yeni statükonun dini olan Hıristiyanlığı, artık tükenmiş olan Roma statükosunu yeniden üretmek için malzeme haline dönüştüren İznik Konsili’nden hareketle Abant Konsili adını verdiğimiz toplantılarda da buna benzer bir işlev görülmektedir.

 

Statüko dinlerinin işlevi, dindar hakları Allah ile aldatarak sisteme eklemlemek ve egemen statükolara meşruiyet sağlamaktır. Böyle dönemlerde, statüko dinleri yenilenirken halkın razı olacağı bir muhtevaya yükseltilir, halkın duyarlı olduğu hak dinden alınan unsur ve motifler arttırılır. Yani halkın din algısının yükseldiği seviyeye uyum sağlanıp uzlaşılarak oluşturulan statüko dininin yeni versiyonuyla sistemin kendisini yeniden üretmesi temin edilmeye çalışılır. Özellikle de, halkların on yıllardır yaşanan zulüm, baskı, yasak ve sömürüler sebebiyle biriktirdiği öfkeyle patlamaya hazır hale geldiği süreçlerde, başta dini hak ve hürriyetleri olmak üzere halkın sistem içi taleplerinin bir kısmı karşılanarak, gasp edilmiş bazı hakları iade edilerek, bu duruma karşılık gelmek üzere statükonun dini yenilenip çıta bir üst seviyeye yükseltilerek, yani bütüncül sahici Hak din yerine sunulan statüko dini (Ilımlı İslam) üzerinden Allah ile aldatılarak sisteme eklemlenmeleri ve sonuçta statükonun kendini görece yenileyerek yeniden üretmesi, ömrünü uzatması sağlanır.

 

İşte İslam’ı egemen yerel ve küresel seküler emperyalist kapitalist sistemin kural, çıkar ve arzularına uyumlu bir din haline getirmeye yönelik tahrifatın yapıldığı zeminler olması sebebiyle “Konsil” adını verdiğimiz bu tür toplantılarda egemen küresel ve yerel statükonun razı olacağı, ama aynı zamanda halkın da sistem içi bireysel dini özgürlük arayışına cevap verecek bir statüko dini oluşturulmaya çalışılır. Bu sebeple söz konusu toplantılara, hem statükoyu yenilemek isteyen siyasi kadrolar, hem kendisini İslam’a nispet eden aydın, yazar, akademisyen ve kimi cemaat önderleri, hem de İslam’a karşı olan laik liberal ve sol çevrelerin temsilcileri katılarak, İslam ile seküler değerleri uzlaştırmaya dair uzlaşmacı fikirler üretmeye çalışırlar. Statükonun dini, genellikle sistemlerin çürümüş, dibe vurmuş, ürettiği sorunlar içinde sıkışmış olduğu dönemlerde yenilenir. Sonuçta da bu din algısı egemen sistemin kendisini görece iyileştirerek yeniden üretmesi için bir malzeme olarak kullanıma sunulur. İşte söz konusu toplantılarda bu bağlamda laiklik ve demokrasiyle, liberalizm ve kapitalizmle uzlaşmış bir din algısı üretilmeye ve bu algıya göre dindar kesimler dönüştürülmeye, bu anlayış istikametinde evrim geçirip sisteme uyumlu hale getirilmeye, gönüllü dönüşümle sekülerleşmeyi, modernizmi içlerine sindirmeleri sağlanmaya çalışılır. Üstelik bu çabanın hedefi sadece Türkiye ile sınırlı tutulmamakta, önce Türki ülkelerle başlayıp, ardından Avrupa ve ABD’de benzer toplantılar gerçekleştirip üretilen hak-batıl sentezi onlara da sunulup adeta onayları ve destekleri alınmakta, sonra da başta Kahire olmak üzere tüm İslam coğrafyasına yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.

 

Radyo Denge : AKP-Gülen koalisyonunun iki kanadının bahsettiğiniz sekülerleştirme hedefine yönelik söylem ve icraatlarından somut örnekler de verebilir misiniz?

 

Pamak : Tabii ki verebilirim, ancak önce şu kanaatimi ve aslında herkesin gözü önünde yaşanan tespiti bir daha tekrarlayayım; ikisinin din algısı büyük ölçüde örtüşmektedir. Zaten bu sebeple de bu kadar uzun süre birlikte yürüyebildiler. İki taraf da, laiklik, demokrasi ve kapitalizmle İslam’ı sentez edip uzlaştırmak isteyen “Türk Protestanlaşması”nı, İslam’ı ve Müslümanları sekülerleştirmeyi hedefleyen “Ilımlı İslam”ı temsil etmektedirler.

 

Onlara yakınlığıyla da bilinen Prof Hakan Yavuz, Gülen’in, Türk burjuvazisinin ihtiyacı olan İslam’ı üretme çabasında olduğunu savunuyor. Hakan Yavuz’a göre: “Gülen hareketi, dinin ve Tanrı’nın; kapitalizmin ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre, Türk burjuvazisini güçlendirmek için yeniden yorumlanmasıdır”.Yine Yavuz’a göre; “Turgut Özal’la başlayan İslam’ın Protestanlaştırılması süreci, AKP muhafazakârlığı ve Gülen hareketiyle tamamlanmıştır.”

 

Şahin Alpay Zaman gazetesindeki köşesinde 22 Şubat 2014 tarihi gibi daha çok yakın bir zamanda aynı yazarın Gülen hakkındaki bu tür tespitlerini takdirle kayda geçirmektedir; ABD’nin Utah Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan M. Hakan Yavuz’un geçen yıl yayımlanan “Toward an Islamic Enlightenment: The Gülen Movement / İslami Aydınlanmaya Doğru: Gülen Hareketi” kitabını tanıtıp tavsiye ederken kitaba başlığını da veren “en dikkate değer argüman”ı şöyle özetlemektedir: “İslam’ın tek bir yorumu yoktur. Modernleşme ve globalleşme süreçleri, esas olarak iki farklı yoruma yol açmıştır. Modernleşmeyi reddeden köktenciler Kur’an’a, Hazreti Muhammed’in söyledikleri ve yaptıklarına dayalı katışıksız bir İslam’ı savunurlar. İslam’ın moderniteyle (demokrasi, insan hakları, laiklik, farklı kimliklere saygı, ekonomik kalkınma ve bilimle) uyumunu savunanlar ise, İslam’ı katı ve bağnaz yorumlarından kurtarıp, Müslümanların manevi ve maddi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yeniden yorumlamışlardır.” Zaman Gazetesinde olumlu görülerek yer verilen bu ifadelerle, Hakan Yavuz; Gülen hareketinin, “Kur’an’a, Hazreti Muhammed’in söyledikleri ve yaptıklarına dayalı katışıksız bir İslam” yerine, İslam’ı moderniteyle (demokrasi, laiklik ve kapitalizmle) uyumlu hale getirmeye yönelik yeniden yorumlamakta olduğunu ve bunun “Müslümanların maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak için” yapıldığını beyan ediyor.

 

Bu iddiayı doğrulayacak daha birçok belge ve bilgi ortaya koyabilirim, ama söyleşi sınırlarını aşmasın diye bununla yetiniyorum. Gerek “devlet artık biziz” diyen Tayyip Erdoğan, gerekse de “Paralel Devlet” olarak nitelenen Gülen ve ekibi, iki taraf da İslam’ı laiklik ve kapitalizmle uzlaştırıp sentezleyerek sekülerleşmeyi, protestanlaşmayı savunuyor ve aynı hedefe hizmet ediyorlardı. Birisi “Dinler Arası Diyalog”, diğeri ise “Medeniyetler Arası Uzlaşma” çerçevesinde birisi sivil ve sosyal planda ve bürokraside, diğer ise siyasal planda İslam’ı ılımlılaştırmayı temsil ediyorlardı. İslam’ı Batılıların da razı olacağı bireysel ibadetler alanına çekme, ama bu alandaki özgürlükleri de arttırarak toplumu rahatlatmak suretiyle sisteme eklemleme işlevi görüyorlardı. Tabii ki, İslam’ı siyasal, hukuki ve ekonomik iddialarından ise uzaklaştırma, laiklik, demokrasi ve kapitalizmle uzlaştırma misyonunu ifa ediyorlardı.

 

İşte, Gülen hareketinin organize ettiği bütün etkinlikler, “Dinler Arası Diyalog” ve “Abant” toplantıları hep bu amaca hizmeti hedeflemiş bulunmaktaydı. Neredeyse 16 yıla yaklaşan bir süreçte, Abant toplantılarında başından beri, laiklik ve demokrasinin ve batının ürettiği seküler değerlerin, liberal ölçülerin, kapitalist ekonominin, laik pozitif hukukun, seküler insan hakları anlayışının İslam’la uyumlu olduğu ispat edilmeye ve topluma kabul ettirilmeye çaba gösterildi. Daha doğrusu inançlar, zihinler, toplumun İslam algısı, egemen yerel ve küresel seküler sistemin ekonomik, hukuki ve siyasi model, kavram, ölçü ve değerleri istikametinde dönüştürülmeye, işgal edilmeye çalışılıyordu. Maalesef oldukça da başarılı olunmuş ve bu zihniyet tevhidi kesimin öncülerini bile etkisi altına alabilmiş, hatta bunlardan bazıları Abant toplantılarına katılıp söz konusu eklektik anlayışların üretimine katkıda bulunmaktan bile çekinmemişlerdi.

 

“DİNLER ARASI DİYALOG” PAPALIĞIN, HIRİSTİYAN OLMAYANLARI İNCİLLE BULUŞTURMA, HIRİSTİYANLAŞTIRMA MİSYONUDUR

 

Radyo Denge: Şu “dinler arası diyalog” meselesini biraz açar mısınız, bununla neyi hedefliyorlar?

 

Pamak: Dinlerarası diyalog kavramıyla tanımlanan girişimin başlangıcı 1962-1965 yılları arasında gerçekleştirilen II. Vatikan Konsilidir. Bu konsili başlatan ise, Papa 23. Jon’dur. Papa II. Paul ise, 1991 yılında ilan ettiği Redemptoris Missio (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle diyordu: “Dinlerarası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır…. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.” Papa II. Jean Paul’ün 1999’da yaptığı Noel konuşmasında da şu ifadeleri kullanmıştır; “Birinci bin yılda Avrupa’yı Hıristiyanlaştırdık. İkinci bin yılda ise Afrika ve Amerika kıtasını. Üçüncü bin yılda hedefimiz Asya’dır”. Bu ifadelerden ve daha pek çok yayından da anlaşıldığı kadarıyla, büyük maddi güce ve dünya çapında büyük desteğe sahip Kilise, “Dinler arası Diyalog ve Hoşgörü” adı altında, artık öncelikle Müslüman halkları Hıristiyanlaştırmayı hedeflemekte, eğer bu sonucu elde edemeyecekse, hiç olmazsa İslam’ı sekülerleştirerek, hayata müdahale iddialarından koparıp içini boşaltarak, vicdanlara hapsedilmiş, Hıristiyanlık benzeri (Protestanlaştırılmış) bir İslam anlayışı oluşturmaya çalışmaktadır. Aslında Hıristiyanlık zaten Protestanlaşmayla sekülerleştirilmiş bir dindir. Bu sebeple misyonerler, Müslüman halkları Hıristiyanlaştırmaktan ziyade sekülerleştirmenin daha kolay olduğunun bilinciyle hareket etmektedirler. Seküler Batı kültürünü Müslüman toplumlara taşıyarak, kapitalist pazara eklemlenmiş tüketici kitleleri oluşturmayı da misyon edinmiş bulunmaktadırlar. Bu yüzden, egemen sistem ile zahiren misyonerliğe karşı çıkan pek çok ulusçu ve laik çevreler, aslında misyonerlerle, sekülerleştirme ortak amacında bütünleşmektedirler.

 

Gülen’in Papa’ya sunduğu mektubunda da görüldüğü üzere, onlara tevhid dininin mesajı taşınmamakta, tam tersine onları meşru sayıp yücelten bir üslupla ve Müslüman kimliğini ise aşağılayan ezik bir tutumla, “Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere” adeta sığınılmaktadır. “Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik…” denilmektedir.

 

  1. Gülen’in kadrosundan Ahmet Şahin, Zaman gazetesinde yer alan bir yazısında: “Tevhid-teslis”, “tevhid-şirk” farkı kadar büyük inanç ayrılığı olduğu halde, İslam ve Ehl-i Kitap arasında amentü ittifakı olduğunu söyleyebilmiştir. “Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır… Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz amentüyü öne geçirmiyor da ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Halbuki temelde ittifak varken teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir” diyebilmiştir. Kitap Ehlinin bugün sahip olduğu akıde şirki içerdiği halde, bu konuda bir tebliğ ve uyarı yapmadan, onlarla akıdede, amentüde müttefik olduğu nasıl söylenebilir? İsa’dan sonra 325 yılında İznik Konsilinde hazırlanan ve bugünkü Hıristiyan mezheplerinin hemen hemen tamamınca benimsenen Hıristiyanlık amentüsünde ve inanç bildirisinde teslis inancı vardır. İslam amentüsünün Kur’an’da açıkça ifade edilen esaslarına rağmen, Kitap ehliyle amentüde ittifakımızın olduğunu iddia etmek, Allah’a ve İslam’a büyük iftira ve dinde, akıdede büyük bir tahrifat değil de nedir?

 

Gülen “İbrahimi dinler” tabirinden rahatsız olmamak gerektiğini de ifade ederek, “o peygamberin ismi altında bir yerde platform oluşturmak, birlik düşüncesini tahlil etmek için çalışılıyor” açıklamasını yapıyor. Kur’an’da, hak din İslam dışında diğer bütün dinlerin bâtıl olduğu, Ehl-i Kitab’ın, kurtuluşa erebilmeleri için son kitaba ve peygambere iman ederek, Müslümanlardan olmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Üstelik, Hak din olan İslam’ın diğer dinlerle uzlaşarak onlara meşruiyet kazandırmak üzere değil, tam aksine, gayr-i meşru sayılan bütün diğer dinlere üstün gelmek üzere indirilmiş olduğu açıkça ifade edilmektedir. (Tevbe/ 33) “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter”. (Fetih/ 28). Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanları veli (dost) edinmeyi yasaklamakta, onların bir takım sözlerine ve politikalarına kanarak meyledenleri, “siz onların dinine uymadıkça kesinlikle sizden razı olmazlar” hükmünü vazederek uyarmaktadır. (Bakara / 12, Nisa/ 44-45, Mâide / 57-59). İşte bu muhkem hükümleri göz ardı ederek dünyevi kimi beklenti ve maslahatlarla, bu muharref dinlerle uzlaşmaya gidenler için, Allah’ın hükmünün hikmeti, ibret verici bir açıklıkla tecelli etmektedir. Bu uzlaşmacılar, diyalogcular, sonuçta, giderek Allah’ın dini İslam’a dair anlayışlarını tahrif ederek, sekülerleştirerek, pozitif hukuka uyumlu Protestanlaştırılmış bir din haline getirerek, onların razı olacağı zelil konumlara sürüklenmektedirler.

 

Tek Hak din olan İslam’ı, korunmuş son kitabı ve son Peygamberi inkâr ederek, hakaret ederek, şeytanın yolu olarak niteleyenlerle, üstelik bu sapkınlıklarına ve küfürlerine, Gülen’in tutumunu takınıp, sessiz kalarak diyalog ve uzlaşma arayanların, Yahudilik ve Hıristiyanlığı “İbrahimi dinler” olarak nitelemeleri, Kur’an’a ve İbrahim (as)’a büyük bir iftirada bulunmak ve Allah’ın muhkem ayetlerine karşı gelmek anlamına gelen bâtıl bir tutumdur. Allah Kur’an’da, İbrahim (as)’ın Yahudi ve Hıristiyanlardan beri olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Kitap Ehli, Allah katından indirilen kitaplarını ve tevhid dinini tahrif ederek, Peygamberlerini, rahip ve bilginlerini ilah edinerek şirke bulaşmışlar, kâfirlerden olmuşlardı. “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi”. (Âl-i İmran / 67). Bütün bu uyarılara rağmen, hâlâ onları “İbrahimi” din olarak niteleyip, meşrulaştırmak ve onlarla uzlaşmaya kalkışmak Allah’ın tevhid dinini tahrif etmekten başka bir anlama gelmeyecektir.

 

Kitap ehline din alanında önerilecek tek şey, onları, menşelerinde var olan, kaynaktaki temel ilkeyi ve aramızdaki ortak kelimeyi teşkil eden “tevhid” kelimesine davet etmektir. Ve Allah Resulünün (s)Kitap Ehli’ne yönelik davet mektuplarında ve görüşmelerinde yer verdiği şu ayet ışığında onları tevhide çağırmaktır. “(Resûlüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz Müslümanlarız! deyiniz.”(Âl-i İmran / 64). Görüldüğü üzere bu ayette ve Kur’an bütünlüğü dikkate alındığında, yukarıda da zikredilen bir çok ayette, Kitap Ehlinin sapmalarına, Allah’tan başkasına tapıyor olmalarına, Allah’tan başkasını ilah edinmiş bulunmalarına vurgu yapılarak, bu sapmadan dönmeye ve tevhidde buluşmaya, başka ayetlerde ise, son kitaba ve Peygambere de iman etmeye bir çağrı söz konusudur. Bu davete icabet etmeyip yüz çevirdiklerinde ise; Rabbimiz, Müslümanlara, onlardan ve sapkın akıdelerinden beri olduklarını, onlarla aralarındaki bu temel akıdevi ayrışmanın varlığını vurgulamalarını ve ilan etmelerini emretmektedir. Yoksa bu akıdevi farklılıkları teferruat addederek, “öne çıkarmayarak” “amentüde müttefik olduklarını” söylemeyi değil.

 

 

İSLAM DÜŞMANLARINA KARŞI ZELİL BİR TESLİMİYET VE “HOŞGÖRÜ”, MÜSLÜMANLARA İSE “HORGÖRÜ” F. GÜLEN’İN TERCİHİ OLMUŞTUR

 

Radyo Denge: Gülen hep güç ve otorite olarak gördüklerine zillet içinde yaklaşmış birisidir. Bugün AKP hükümetini ve Başbakanını itaat edilmesi gereken otorite olarak görmeyip bu kadar cüretkârca üzerine saldırabilmesi nereden kaynaklanıyor?

 

Pamak: Evet genellikle İslam şeriatı düşmanlarına ve onların oluşturduğu güç ve otoritelere karşı hep zilleti ve teslimiyeti tercih etmiştir. Kendisine ve cemaatine ne yaparlarsa yapsınlar, Müslümanlara yönelik hangi zulüm ve katliamları yaparlarsa yapsınlar, onlara karşı her halükârda “hoşgörü”yü esas almıştır. İslam şeriatının hakimiyetini isteyen Müslümanlara karşı ise, hep düşmanca ve “hor görü” ile yaklaşmıştır. Bu sebeple de, diyalogu hep İslam düşmanlarıyla kurmuş, Müslüman kesimlere yönelik hiç bir diyalog teşebbüsü söz konusu olmamıştır. Türkiye’de egemen İslam şeriatı düşmanlarına da son derece zelil ifadelerle yalakalık yapan tutumlar sergilemiş, şahsen ben, akıdesi bozuk da olsa kendisini İslam’a nispet eden bir insanın onlar karşısındaki bu ezik ve zelil tavrından hep utanç duymuşumdur.

 

Dinler arası diyalog noktasında hiçbir ölçü ve hudut tanımayan, ilişkiler kuran bu yapıyı ibretle izliyoruz. Sahip oldukları, geleneksel ve modern cahiliye ile sentez edilmiş din algılarını yayarak güç olmak için, güçlü otorite olarak gördüklerinin ve İslam karşıtlarının karşısında hep eğilen, teslim olan, uzlaşan, Müslümanlara karşı ise hep müstağni, tepeden bakan, diyalogdan kaçan bir yapı bu. Dolayısıyla küfürle, fesadla, zulümle, İslam düşmanlarıyla, Papayla, darbeci generalle, ABD ve İsrail ile kolayca uyum sağlayan bu uzlaşmacı anlayışın otorite gördüklerine yaranmak suretiyle kendisine göre ulaşmak istediği bir hedefi var, güç olmak, güçlü olmak.

 

Mesela, 26 Aralık 1997 tarihinde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ödül törenlerinden üçüncüsüne zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de katılmıştı. Ki o, 28 Şubat Darbesi’nin baş mimarlarından, Kur’an-ı Kerim’in dünya ahkamıyla ilgili 240 ayetinin hükmü kalmadığını televizyon ekranlarında açıklayan, başörtülüler okumak istiyorsa Suudi Arabistan’a gitsin diyen bir kişiydi. O gün TV ekranından bu yayını canlı olarak izliyordum. Yaptığı konuşmaya çok şaşırmış ve onun adına utanmıştım. Süleyman Demirel’e, o toplantıya katılan yüzlerce kişinin önünde ve canlı yayın olduğu için aynı anda milyonların gözü önünde, F. Gülen şu zelil sözlerle hitap edebildi: “Bu çok önemli platformda böyle kıymetli bir ödülü Cumhurbaşkanımız’a sunma liyakatini kendimde görmesem de, elinin ellerimle buluşmasının onurunu, gururunu taşıdığımı belirtmek isterim. Günümüzün en büyük devlet adamı, demokrasinin, hoşgörünün ve uzlaşmanın kahramanı Cumhurbaşkanımız’a şükran plaketi değil; gönüllerimizin derinliklerinden kabarıp gelen en samimi duygularımızı bir buket yapıp sunmak isterdik. Ama neylersin ki bunu yapmak elimizden gelmez. Sultana sultanlık yakışır, gedaya gedalık ben sözü söz sultanına bırakıyorum.” (Geda: fakir, dilenci)

http://www.zaman.com.tr/cuma_iste-uzlasma-tablosu_488748.html.

 

Fethullah Gülen, aynı şekilde Merve Kavakçı’nın başörtülü olduğu gerekçesiyle yemin etmesini engelleyen ve “Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Bu hanıma haddini bildirin” diyen ve hayatı İslam şeriatıyla savaşla geçen DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit hakkında ise, “Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkânı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım…” ifadelerini kullanmıştı. Aynı F. Gülen TSK için 12 Eylül darbesini müteakip “… işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz”.

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/son-karakol.html

 

Darbe yılları ve Kenan Evren’in tahakkümü sona erdikten sonra bile şunları söyleyebildi: “Evren Paşa demokrasinin kesintiye uğraması ve daha pek çok açıdan tenkit edildi. Ama seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasiplerini almışlardır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahirette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir”. http://www.milliyet.com.tr/content/fethullah/html/fet09.html

 

Halbuki ilk okuldan itibaren “zorunlu din dersi” teklifi bizim teklifimizdi. Bildiğinizi üzere cahiliye dönemimde bugünkü 1982 anayasasını da yapan Danışma Meclisi’nde Çanakkale temsilcisi olarak yer almıştım. Bu “zorunlu din dersi” konusunda bir grup arkadaşımla hazırladığımız önergeyi, iyi bir organizasyonla, milletvekili seçilmek isteyen üyelere kendi ilinden din görevlilerinin katkılarıyla, halkın zaten var olan bu konudaki talepleri eksenindeki baskılarını organize ederek yaklaşık 70 üyeye imzalatmayı ve Meclise binlerce telgraf çekilmesini sağlayarak DM’de kabul edilen metne bu hükmü koydurmayı başardık. Hatta bu çalışmamızı fark eden Anayasa Komisyonu başkanı Orhan Aldıkaçtı, bir sabah elinde tomarla telgrafları göstererek, “ya Pamak, bari biraz daha dikkatli olsaydın, Türkiye’nin bütün illerinden gelen telgraflarda satır satır aynı metin yer alıyor” demişti. Çünkü benim örnek olarak hazırladığım metin, çoğunlukla hiç değiştirilmeden bütün illerden gönderilmişti. Böyle bir organizasyonla biz DM kabul edilen anayasa metnine “İslam dini eğitimi ilk okuldan itibaren zorunludur” hümünü koydurmuş olduk.

 

Ancak DM’de kabul edilen bu taslak Anayasa, daha sonra son şeklini vermek üzere MGK’ya gittiğinde, bu ifadeler anayasadan ayıklandı. Darbeci Kenan Evren ve Kuvvet Komutanı 4 General arkadaşından oluşan Milli Güvenlik Konseyinde, bizim DM’de kabul ettiğimiz “ilk okuldan itibaren İslam dini eğitiminin zorunlu olması” hükmü, zorunlu “din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimine” dönüştürüldü. Yani biz açıkça “İslami” demiştik, onu “din kültürü ve ahlak bilgisi”ne dönüştürdüler, ikincisi çok daha önemli kapsamlı olan “eğitim” kavramını koymuştuk maddeye, onlar bunu da “öğretim”e dönüştürdüler. Bütün bunlara rağmen, o dönemde beş vakit namaz da kıldığım halde ben imanına şirk bulaştırmış cahiliyeye ait bir konumdaydım diyorum. Fethullah Gülen’e göre ise, Kenan Evren, Kemalist ulusalcı ve laik olduğu, namaz da kılmadığı ve üstelik başörtüsünü yasakladığı, MGK’da hazırlanan kırmızı kitapta “İslam şeriatını birinci öncelikli tehdit ve düşman ilan ettiği”, bir de bizim anayasaya koydurduğumuz “İslami Eğitim”i, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” “öğretimi”ne dönüştürüp içine Atatürkçülüğü de koydurduğu halde bu yaptıkları ahirette kurtuluşuna ve cennete gitmesine vesile olabilirmiş. Bu anlayıştaki bir insana Müslüman denebilir mi?

 

1982’de tüm yeni Anayasanın oylanması sürecinde Nurcular ikiye bölünmüştü. Demirel’i destekleyen Yeni Asyacılar ‘hayır’ oyu verecekti. Erzurumlu Mehmed Kırkıncı Hoca başta olmak üzere diğerleri ‘evet’ demekten yanaydı. Bu ortamda Gülen hemen her zaman olduğu gibi devletten yana tavır aldı. Sızıntı dergisinde askerleri öven yazıları çıktı. Sağ-sol çatışmasının durduğu, Kenan Evren’in ayetli, hadisli nutuklar attığı, askerlerin doğrudan ya da dolaylı dini gruplarla temasa geçtiği bu ortam Gülen’i memnun ediyordu. Cemaati daha da büyüyordu. İşin ilginç yanı Fethullah Gülen bu yazıları kaleme alırken, cemaatine evet oyu verilmesi yönünde telkinde bulunurken yurt çapında aranıyordu! İşte o süreçte, Fethullah Gülen ile birlikte hareket eden Mehmet Kırkıncı ve Prof Servet Armağan Ankara’daki büromda beni ziyarete geldiler, Anayasa oylaması hakkında görüşümü sordular. Ben zaten mecliste yapılan oylamada “red” oyu kullanmıştım, onlara da Müslümanların mutlaka “red” oyu kullanmaları gerektiğini anlattım. Buna rağmen Mehmet Kırkıncı imzasıyla Tercümanda yayınladıkları yazılarla “evet” kampanyası başlattılar.

 

Fethullah GÜLEN’in, post modern darbeci Çevik Bir’e gönderdiği mektup da söz konusu zelil ve teslimiyetçi halin bir diğer örneğidir: “Genel Kurmayımız’ın çok değerli İkinci Başkanı Sayın Komutanım. Fırsat bulduğum her defasında, insanımızın ruhunda taşıdığı kabiliyetleri, vatan ve millet sevgisini ateşlemeğe ve onları, dünyada, hattâ Ahiret’te bile hiçbir karşılık beklemeden devletimize ve milletimize hizmete davet ettim. Tamamen Türk eğitim sistemine bağlı olarak faaliyet gösteren bu okullarda eğer, Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik, bağımsız ve sosyal bir hukuk devleti özelliğinin aksine bir faaliyet varsa, devletimizden önce ben, bu okulların açılmasını teşvik etmiş biri olarak kapatılmalarını teşvik ederim. Eğer, bazılarının iddia ettiği gibi, bu okullarda herhangi bir dış ülkeden veya ülkemize düşman kuruluşlardan alınmış tek kuruşluk destek varsa, zaten hastalıklarla sonuna gelmiş hayatımı bizzat kendi ellerimle noktalarım. Bununla birlikte, devletimiz, zaten kendisinin olan bu okulları dilediği zaman devralabilir. Kaldı ki, bu okullar zaten devletimizin olduğu için, böyle bir devirden söz etmek bile abestir. Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama vazifesini deruhte etmiş şanlı ve kahraman ordumuzun seçkin ve şerefli bir mensubu ve Genel Kurmayımız’ın İkinci Başkanı olarak, ne zaman, nerede ve ne şekilde arzu buyurursanız bu okulları şereflendirebilir ve her türlü teftişi yapabilirsiniz. Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin saygılarımın kabûlünü arzederim efendim”.

 

Halkın oylarıyla yönetime gelen Refahyol Hükümetini bitirmeye yönelik 28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı hakkında, 1,5 ay sonra 16 Nisan 1997’de Kanal D’ye çıkan Fethullah Gülen, Yalçın Doğan’a verdiği mülakatta; “Biz burada milli güvenlik, milletimizin güvenliğini şayet koruma mevkiinde bulunuyorsak, ister gerçekten öyle olsun ister bizim içtihatlarımıza, algılamalarımıza göre şu gelişmelerde rejim için şayet bir tehlike ise … Müdahale etmediğimiz zaman tarih önünde suçlu oluruz mülahazasıyla hareket ediliyorsa meseleyi böyle algılıyorsa bana göre onlar masumdurlar. Eğer işin içinde bir hata varsa bu içtihad hatasıdır. Hatta fakihlerin mülahazasıyla da yaklaşılabilir, içtihaddaki hatalar bir sevap kazandırır. İsabet olursa iki sevap kazandırır” diyecek kadar hak ile batılı karıştıran bir zihniyeti temsil etmektedir. Şirk sisteminin egemen darbecilerine yalakalık için Allah’ın dinini bile alet edecek kadar büyük bir sapmanın içinde bulunmaktadır.

 

Cemaatin önemli şahsiyetleri Papanın elini öperken, Fethullah Gülen de önünde iki büklüm eğildiği Papa’ya, çok derin ve iflah olmaz bir zilletin göstergesi olan şu mektubunu takdim etmişti: “Pek muhterem Papa cenapları, Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler Arası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun (ki o misyon bizzat Papalık tarafından bütün insanları İncil’e tabi kılma ve tüm Hıristiyan olmayan toplumları Hıristiyanlaştırma misyonu olarak açıklanmıştır-MP) bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik…… Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir.” (Fethullah Gülen’in, 09. Şubat. 1998 tarihli Papa’ya mektubundan, Aksiyon Dergisi-Sayı: 167).

İşte Fethullah Gülen budur, bu kadar açık olan bir zilletin ve hak-batıl karışımı din anlayışının peşinden giden iyi niyetli ama Kur’ani akıde ve ölçülerden habersiz yüz binlerce insanın artık bu gidişin sonun hüsran olduğunu fark edip “mehcur” (terk edilmiş) bıraktıkları Kur’an’a yeniden hicret edip, Hablullah’a topluca sarılarak gerçek kurtuluş yoluna yönelmeleri gerekiyor. Bu bakımdan söz konusu kişinin ve diğer öncü kadrolarının bunca kirliliğinin, şirke bulaşmış hurafeci din algısıyla Hak’tan sapmasının, İslam düşmanlarıyla işbirliğinin apaçık biçimde ortaya çıkmış olması inşallah aklını kullanıp bunu iyi değerlendirenler bakımından bir rahmet olacaktır.

 

Radyo Denge: Peki, aynı istikamete hizmet eden AKP öncülerinden ne gibi söylem ve icraatlar gündeme geldi?

 

Pamak: Tabii ki AKP, söz konusu koalisyonun daha yerli ve daha çok halka dayanan bir ortağı olmakla beraber, onun da hem bir süredir geçirdiği değişimle kendi içselleştirdiği sapmaları vardı, hem de küresel ilişkilerde daha güçlü olanın dayattığı kimi seküler değerlere, projelere uyumlu olmak zorunluluğunu hissetti. Bu bağlamda, AKP öncüleri de, küresel kapitalist sisteme uyumlu, bireysel ibadetler alanına indirgenip ekonomik, siyasi ve hukuki alanları da düzenleme iddialarından vazgeçmiş bir din algısı oluşturma istikametinde katkı sunmayı başından beri sürdürmektedir. Bildiğim ve takip edebildiğim kadarıyla, Tayyip Erdoğan, daha İstanbul Belediye Başkanı olduğu süreçte, kendisini kuşatan olayların, baskı ve yönlendirmelerin, çevrenin ve kimi ilahiyatçı akademisyen ve aydınların etkilemesiyle, İslam’ın siyasal, hukuki ve ekonomik düzen iddiasının olmadığı konusunda ikna edildi ve değişim yaşadı. Bu konularda var olan sınırlı sayıda Kur’an hükmünün de o günkü toplumun tarihsel şartlarıyla ilgili olduğu, bugün daha farklı hükümlerin, bu bağlamda laik pozitif hukukun önerdiği hükümlerin, seküler liberal siyasal düşüncelerin önerdiği modellerin de kabul edilmesinde bir mahzur olmadığı, tam tersine bunun çağdaş bir zorunluluk olduğu, zaten şeriatın değişmeye mahkum olduğu konularında yönlendirildi ve siyasi iktidar yürüyüşüne bu değişimden sonra başladı. İşte bu süreçte, bu konulardaki eserleriyle tanınan meşhur tarihselci Fazlurrahman’ın düşünce ve fikirlerinin ele alındığı bir sempozyumu İstanbul’da ilk defa organize eden de Tayyip Erdoğan oldu.

 

Tayyip Erdoğan, iktidarı süresince yaptığı açıklamalarda, İslam’ın toplumsal boyutuna ve temel ilkelerine aykırı düşse de, Batının duymak istediğini ifade ederek, “dinin bireye ait” olduğunu açıklayabiliyordu. Gün geliyor, MÜSİAD’da yaptığı gibi; “Bir zamanlar, iktidara geldiğinde faizi kaldırabileceğini düşünenler vardı.. Buna aklınız yatıyor mu?.. Bu dünyanın gerçeği değil..” diyerek, İslam’ın en temel hükümlerinden birinin bu dünyanın gerçeği olmadığını söyleyebiliyordu. Yine gün geliyor, Cidde’de söylediği ve sürekli tekrar ettiği gibi; “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz” diyerek, tevhid inancıyla ve hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’la bağdaşmayan, buna mukabil kapitalizme alan açan başka sözler sarf edebiliyordu. Önceleri demokrasiyi İslam ile uzlaştırmak üzere çıktıkları bu yolda, artık açıkça laikliğin de İslam ile bağdaşacağı iddiasını yaymaya çalışıyorlar. Hatta halk ayaklanmaları sürecinde Mısır, Tunus ve Libya’ya da giderek bu ülkelerin İslami duyarlılıkları yüksek olan halklarına bile laikliği teklif etme noktasına kadar gelmiş bulunuyorlar. Sadece seçime indirgenmiş yanlış tanımlamayla demokrasi modelini teklif etmekle yetinmeyip, mutlaka laik bir sistem kurmalarını da önermek, üstelik “laiklik demokrasinin güvencesidir” vurgusunu da yaparak laiklik olmadan demokrasi olmaz demek, “kamusal, toplumsal ekonomik, siyasi, hukuki alanları” seküler hukuk normlarına göre düzenlemeden, yani bu alanlarda vahyi, Allah’ın hükümlerini dışlayıp hevayı ilah edinmeden demokrasi olmaz demektir. Halbuki daha bugün 22 Mart 2014 günü Ankara mitinginde konuşurken Gülen’e yüklenirken, rakibini alt etmek için dini argümanları kullanıyor ve bu söylediklerini unutmuşçasına, “Allah’ın hükmü üstünde hüküm yoktur” diye bağırabiliyor. Tabii ki, şöyle de düşünmüş olabilir, “bireysel hayat, ibadet ve ahlaki ölçüler alanında Allah’ın hükmünün üstünde hüküm yoktur” demiş olabilir.

 

Bir de Tunus’ta söylediklerine bakalım; “Laiklik konusunda, Batılı anlamda bir laiklik anlayışı değil; kişi laik olmaz devlet laik olur. Bir Müslüman laik bir devleti başarılı bir şekilde yönetebilir, şunu bilmemiz lazım laik devlet her inanç grubuna eşit mesafededir. İster Müslüman olsun ister Hristiyan, ister Musevi ister Ateist olsun hepsinin güvencesidir olayın da aslı budur. Bu tartışmalara vesile olabilir, biz böyle inanıyoruz ve böyle çalışıyoruz.” “Tunus, şunu ispat edecektir; İslam ile demokrasi yan yana olabilir. Türkiye halkının yüzde 99’u Müslüman olan bir ülke, biz rahatlıkla bunu yapabiliyoruz, bir sıkıntımız yok. Oldu ve oluyor, demek ki olabilir.”

 

Mısır’daki laiklik önerisine ve laiklik olmadan demokrasi de olmaz çıkışına karşı çıkılıp, laiklik İslam ile bağdaşmaz itirazları gündeme getirilince, adeta kesin olarak ikna olmuşluğun göstergesi olan bir meydan okumayla, “laiklik İslam ile bağdaşır aksini iddia eden varsa beni ikna etsin” açıklamasını yapabilmiştir. Kemalist jakoben İslam düşmanı Kemalist laiklik yerine, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, bütün dinlere bireysel özgürlük tanıyan ama devlet ve kamu alanını hevaya göre yapılan yasalarla düzenleyen Anglosakson batı laikliğini savunup önerebilmiştir. Bununla da yetinmeyip, bu tercihin İslam ile de bağdaştığını iddia ederek İslam’ı tahrif çabası içine girebilmiştir.

 

AKP nihayet tağuti bir sistemin şirkle hükmeden hükümetidir. İslami bir sistemde Allah’ın hükümleriyle değil de, Tağuti sistem içinde şirke dayalı laik demokratik hevaya dayalı hükümlerle hükmetmektedir. Sorun, kendisinin laik, demokratik ve kapitalist şirk modeliyle yönetme tercihini içselleştirip İslami ve meşru gösterme çabası içine girerek İslam’ı tahrif etmeye kalkışmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple, çok cüretkâr bir tutumla, “laiklik İslam ile bağdaşır” diyebilmektedir.

 

Buna rağmen, tevhidi uyanış süreci öncülerinin, yazarlarının çok büyük ekseriyetinin bu büyük tahrifat ve dönüştürme çabası karşısında tek kelimelik itiraz bile yükseltmemeleri, ciddi eleştiriler yöneltmemeleri ibret verici bir durumun göstergesiydi. Bu kesimler, dergi ya da internet sitelerinde bu seyahatin haberini verirken bile başlığa inancımıza yönelik bu büyük saldırı ve tahrif çabasını ve buna karşı tavırlarını yansıtmak yerine, “Mısır ve Tunus’ta kitleler Erdoğan’ı coşkuyla karşıladı” cümlesini yerleştirip, İslam’ karşı işlenen bu büyük cinayeti ise, adeta gizlemek istercesine küçük bir cümleyle haberin detayında geçiştirivermişlerdi. Yani sistem içi görece özgürleşme ve kimi “kazanım”lar hatırına bu tahrifatı görmezden gelmişlerdi. Bizler ise gerek şahsen gerekse İLKAV olarak konuyu hak ettiği ciddiyette ele alıp, makale, konferans ve panellerimizle itiraz edip hakkı haykırarak muhalefet etmeye ve halkımızı bu saptırma gayretine karşı uyarmaya çalışmıştık.

 

TEVHİDİ UYANIŞ SÜRECİ ÖNCÜLERİNİNİN İSTİKAMET KRİZİNE GİRMESİ ÜZERİNE SÜREKLİ UYARDIK, ISLAH ÇABASI İÇİNDE OLDUK

 

Radyo Denge: Bahsettiğiniz tevhidi uyanış süreci öncülerinin AKP’ye karşı bu tutumlarının, AKP politikalarına eklemlenmelerinin sebebi nedir?

 

Pamak: Bu kardeşlerimizi söz konusu önemli yanlışa sürükleyen bazı hususları şöyle sıralayabiliriz; a – Sistem içi değişim sürecinin öncü siyasi kadrosunu kendilerine yakın bulmaları, b – Onların eşleri örtülü kendileri namaz kılan şahsiyetler olmaları ve “iyi niyetle büyük risk alarak askeri vesayet rejimini, Kemalist resmi ideolojiyi tasfiye etmeye çalıştıklarına” inanmaları, c – Onlarla zaman zaman görüşmeler yapıp brifing almaları, d – Bütün bunların yanında bir de onların alternatifinin, tesettür başta olmak üzere İslami hayat tarzına, İslami olan her şeye yönelik düşmanlıkları ve Müslümanlara yönelik zulümlerindeki aşırılıkları, azgınlıkları, e – “Üstelik on yıllardır çekilen bu baskı ve zulümden bu sistem içi değişimci kadro sayesinde kurtulmuşken, despot vesayetçi, darbeci İslam düşmanlarının her an geri gelme ihtimallerinin olması ve bu sebeple görece özgürlük getiren siyasi kadroyu yıpratıp devirmek için sürekli çabalar sarf edildiğine” inanmalarıdır. Ki bizce de, bu tür tespitlerin bir kısmı doğrudur, bu dönem geçmişe göre görece bir olumluluktur ve eski statükonun Kemalist baskı ve zulmünün devamı anlamına gelen eski darbeci vesayet sürecine dönülmesi riski vardır.

 

Ancak itiraz edip eleştirdiğimiz husus; böyledir diye, bağımsız ve özgün İslami duruşu ihmal edip unutarak, tevhidi mücadele ilkelerini ve stratejisini terk edip erteleyerek, bu sistem içi görece iyileşmeyi merhale olarak tanımlayıp eklemlenmektir. Yanlış olan, yeni statükonun görece özgürlükçü politikalarına aktif destekçi olmak, onları savunur hale gelmek, sistem içi demokratikleşme süreçlerine dahil olmaktır. İşte bizim karşı çıkıp eleştirdiğimiz, bu tür yanlış tercihlerle istikamet zaafı içine sürüklenmesi ve bu tutumun davetin muhataplarında da şaşkınlığa yol açtığı hususudur. Sonuçta, bu kesimlere yönelik eleştirilerimiz; kendilerine karşı tevhidi davetle arındırma, ıslah etme sorumluluğu taşınılan davetin muhatabı kitlelerin Hakkı bulmalarının engellenmesinedir. Bu yanlış tutumla, tebliğ muhatabı kitlelerle onların Hak-batıl karışımı sistem içi tercihlerinde bütünleşip, Hakka davet misyonunu yitirerek, onların Hakikatle buluşmalarına örneklik/şahidlik yapma niteliklerini kaybetmelerine ve onları ıslah yerine kafalarını karıştırmaya yol açmalarınadır.

 

Eski daha zalim statükonun büyük, derin, şedit ve yaygın zulmü ve daha hoyratça, daha azgınca sömürüsü, işkenceleri, katliamları ve halkın kaynaklarını çalarak geniş kitleleri fakirliğe, açlığa mahkum etmesi açık bir gerçekliktir. İşte bu daha zalim eski statüko ile yeni statükonun görece özgürlüklere alan açarak zulmü azaltan rolü, sosyal yardımlarla fakirlere verdiği desteği ve rantı eskisine göre daha geniş çevreye paylaştırma çabası arasındaki farkın, adaletle teslim edilmesini ve bu iki statükonun birincisine daha fazla karşı olmayı, yenisinin kısa vadede sağlayacağı rahatlamayı olumlu karşılamayı anlamak mümkündür. Ancak Müslüman’ın, sonuç olarak, şirk sisteminin iki tarafı da dahil bütününe karşı olma ve taguti sistemi bütünüyle değiştirme iddiası ve bundan hiçbir sebeple vazgeçmemek sorumluluğu unutulamaz ve bu yoldaki tevhidi mücadele yükümlülüğü ertelenemez, terk edilemez, iptal edilemez. Nihayet yaşanan ve yaşanacak olan bu görece olumlu değişime rağmen, sistem ve kurumları, anayasa ve yasaları taguti olma niteliğini koruyacak, şirk sistemi ilahi vahyi toplumsal ve kamusal hayattan kovmaya devam edecektir.

 

Bizler her türlü şartta, tek kurtarıcı olan vahyin mesajını tavizsiz bir biçimde yaymaya, sürekli gündemde tutmaya çalışmalıyız. Her zaman ve her şartta karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı, zulümden adalete ulaştırıcı tek alternatif olan Kur’an’a çağırmaya devam etmeliyiz. Cahiliye sistemi, toplumu ve onun modern ve geleneksel cahili kuşatmasına karşı, Kur’an’la büyük cihadı sürdürerek, tevhidi davet, eğitim ve sosyal-siyasal-ahlaki tüm boyutlarıyla vahyin şahidliği çabalarımızı, tagutu red ve sadece Allah’a itaat bilinciyle ölüme kadar sürdürmeliyiz.

 

Radyo Denge: Bahsettiğiniz tevhidi uyanış sürecinde öncülük yapmış bu şahsiyetlerin, gelinen noktada sistem içi iktidara ve politikalarına eklemlenme bağlamındaki ve ona meşruiyet kazandırmaya yönelik söylem ve tutumlarından somut bazı örnekler verebilir misiniz?

 

Pamak: Bu konuda bir çok örnek vermek mümkün ama söyleşi sınırlarını aşmamak için sadece bazılarını zikretmekle yetinmek isterim. Mesela Erdoğan’ın “laiklikle İslam bağdaşır” noktasına gelmesine katkı sunan zemini, yıllardır kimi ilahiyatçı akademisyenlerin ve Erdoğan’a danışmanlık konumuna kadar da gelen kimi tevhidi uyanış süreci öncülerinin ortaya koydukları “Tarihselci”, “uzlaşmacı” eklektik anlayışlar ve “İslam’ın devleti ve siyaseti yoktur” düşünceleri oluşturdu. Kimisi tevhidi uyanış süreci öncüsü de olan bu tür kişilerin oluşturdukları uzlaşmacı teolojik zeminde gelişiyor bu tür savrulmalar, tahrifatlar. Siyaset ile akîdeyi ayırma çabalarının sonucu budur. Özellikle tevhidi uyanış sürencinin birikimi olan kesimler zaviyesinden bakıldığında, oldukça sarsıcı, ibret verici, dönüştürücü ve yozlaştırıcı bir değişim sürecinden geçiyoruz. Ülkede ve bölgede yaşanan bu değişim sürecinde, Tevhidî uyanış süreci bakiyesi kesimlerde, özellikle de öncü kadrolarında büyük çapta yalpalamalar yaşanmakta, pragmatizmin, görece olumluluklara razı olmanın, kimi imkanlara kavuşmanın etkisiyle, yaygın biçimde sistem içi değişime eklemlenmeler gerçekleşmekte. Tevhidi söylem, eylem, ilke ve kavramlar gündemden çıkmakta, sistem içi taleplerle ve elde edilen görece olumluluklarla yetinilmektedir.

 

Üstelik bu sistem içi değişikliğe, teolojik dayanak sağlayıp meşruiyet kazandırmak istercesine, değişime aktif taraf olmayı, laik anayasa değişikliğine “evet” oyu ile destek vermeyi, Allah’a teslimiyetin bir gereği ve İslami bir ibadet olarak niteleyenler çıkmaktadır. Aynı süreçte Allah’ın muradının adalet olduğunu, adaleti sağlayacak sistemin/rejimin İslami olmasının ve yöneticilerinin (emir sahiplerinin) Müslüman olmalarının zorunlu olmadığını da iddia edebilmektedirler. Aynı kişiler, sistemin laik demokratik partilerine oy vermenin caiz olup olmadığına dair bir soruya mukabil; laik partilere “oy verme”yi meşrulaştırıcı açıklamalar da yapmaktadırlar.

 

Aynı kişi, daha önceki bir makalesinde İslamı “ibadeti siyaset siyaseti ibadet olan” bir inanç sistemi olarak tanımladığı halde; “Ulustan Ümmete” adlı TV programında “Biz siyaseti Akaid’i konuşur gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur. Siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, faydalar ve zararlar üzerinden konuşulur” diyerek akıde ve siyaset ayrımı yapabilmiştir. Şirk sistemi içindeki siyaseti konuşurken öncelikle ayrıştırıcı temel akıdevî ilkelerin öne çıkarılması gerekirken, içinde olunan sistemin şirk niteliği görmezden gelinerek ve sanki meşru İslami sistem içinde siyaset konuşuluyormuş gibi fayda ve zarar üzerinden siyasetin konuşulması gerektiği söylenebilmiştir. Daha sonra da, “Allah Rasûlü, Kâbe’ye doğru namaz kılarken Kâbe’nin içinde 360 tane put vardı, bunu unutmuyoruz. Tırnak içinde: ‘Allah Rasûlü, reel politiği gözetti.’ Bazen insanın yüzü ile gönlü farklı yerlere döner. Gönlünüz dönmesin. Yani gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok” diyerek kendini İslam’a nispet edenlerin şirk sistemine eklemlenmiş “reel politik” tercihlerine batıl kıyaslarla meşruiyet sağamaya yeltenebilmiş ve bazen “gönül kıblesi”yle, amellerin kıblesinin farklı olabileceği fetvasını üretebilmiştir.

 

İşte bunca tahrifata suskunluk, sonuçta bizzat susanların da değişimine yol açıyorsa ve önce ödünç alacağız dedikleri demokrasi gibi şirke ait kavramları farklı tanımlamalarla da olsa savunmaya ve meşru ilan etmeye yöneliyorlarsa, hatta tağut kavramını da tahrif edilmiş bir anlamla yeniden tanımlayıp, “her gayri İslami rejim tağut olarak tanımlanamaz” noktasına geliyorlarsa bu halin ve akıntıya kapılarak sürüklenilen bu gidişin sorgulanması gerekmiyor mu? Bu tür yaklaşımlarla sonuçta da ülkede ve bölgede oluşturulmak istenen “Müslüman” kadrolar öncülüğündeki laik demokratik sistemleri meşrulaştırmaya, görece özgürleşmeyle zulmü azalan şirk sistemlerini tağutluktan çıkarmaya yöneliyorlarsa, “bugün demokrasiden başka çare mi var” gibisinden çaresizlikler üretiyorlarsa, sırf demokrasiye uydurmak için “hüküm Allah’ın değil ümmetindir” demeye başlıyorlarsa, bütün bu tahrif edici, hak ile batılı karıştırıcı gidişe karşı mü’minlerin “emri bil maruf ve nehyi anil münker” sorumlulukları gereği “fe eyne tezhebun” “bu gidiş nereye?” diyerek karşı çımaları gerekmiyor mu? Ahzab 36. Ayet vb bir çok ayetle Mü’minler toplumu Allah’ın belirlediği hükümlere uymakla, hududullah olarak çizilen sınırlara riayet etmekle emrolunmuşken ve bütün mü’minler toplanarak ittifak etseler bile Allah ve Resulünün hükmü olan alanda başka tercih yapma yoluna gidemeyecekleri ve vahiyle belirlenen hükümlere teslim olmaları gerektiği açıkça hükme bağlanmışken, nasıl olur da bugün bazı tevhidi kesim öncüleri “hüküm Allah’ın değil ümmetindir” diyebiliyorlar? Küresel emperyalist projelere paralel biçimde, bireysel alana çekilmiş, siyasal, kamusal, ekonomik ve hukuki alanları düzenleyen Allah’ın hükümlerini yok sayan, laiklik, demokrasi ve kapitalizmle uzlaşmış bir “Ilımlı İslam” algısı oluşturulmaya çalışılan bir süreçte tevhidi uyanış süreci öncülerinin bu tür söylemleri, açıklamaları sonuçta bu projeye katkı sunmuş olmuyor mu?

 

AKP-Gülen koalisyonunun ortakları, kamu, özel ayırmadan hayatın bütün alanlarını kuşatan bütüncül İslam algısına, hayatın ve ubudiyetin parçalanamaz bütünlüğüne dair Kur’ani hakikati değiştirmek üzere, bir yandan İslam’ı ve bölgenin Müslüman halklarını dönüştürme projelerinde (önce BOP’ta eş başkan olarak şimdi de BOP tutmayınca ortaya atılan ve aynı sekülerleştirme hedefine hizmet eden “model ortaklık” çerçevesinde) rol üstlenmişlerdir. Ayrıca aynı hedefe hizmet eden Abant toplantıları vb çabalarla, diğer yandan da aynı amaçlı “Medeniyetler Arası Uzlaşma” ve “Dinler Arası Diyalog” çabalarının öncülüğünü üstlenebilmişlerdir.

 

Hiç değilse İslam’ı rahat bırakarak laik bir devlette görece özgürlükleri nasıl sağlayacakları üzerinde yoğunlaşıp, sadece vaat ettikleri görece özgürlükleri, seküler sistem içinde yapabilecekleri görece parça “adalet”i tesis etmeye çalışsalardı, o zaman söz konusu dönüştürme riskleri bu kadar büyük olmayabilecekti. Ama maalesef bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal, hukuki, ekonomik iddiaları olmayan bir “Ilımlı İslam” algısına ikna oldukları için olsa gerek, fırsat buldukça İslam hakkında da sürekli görüş açıklayarak, bu tür yanlış din algılarını yaygınlaştırmaya yönelik toplantılar tertip ederek, söz konusu riski arttırıcı bir rol oynuyorlar. Artık açıkça laikliğin de İslam ile bağdaşacağı iddiasını yaymaya çalışıyorlar. Şimdi aralarında kavga ettikleri bu süreçte bile, kimi yandaşları buradan da “Müslüman kesimlerin birbirlerine şu yaptıklarından hareketle laikliğin değerini anlamalıyız” türünden saçma çıkarımlar yaparak aynı amaca hizmeti sürdürmektedirler.

 

MÜSLÜMANLARI, HEM İLKAV OLARAK ÖRNEK OLUP HÂL İLE, HEM de

“EMRİ BİL MARUF” YAPARAK KÂL İLE DÜŞÜNDÜRMEYE ÇALIŞTIK

 

Radyo Denge: Peki, bütün bunları gördüğünüze göre, bu süreçlerde siz ve İLKAV neler yaptınız, söz konusu tahrifat ve savrulmalara karşı?

 

Pamak: Öncelikle biz hep adaletle şunu söyleye geldik; içinde sosyolojik anlamda “dindar” sayılan kitlelerin de yer aldığı Tevhidi bilinçten yoksun halk kesimlerinin CHP, MHP ve darbecilere doğru meyletmek ve destek olmak yerine, zulümat içinde yer değiştirmek anlamında da olsa, görece özgürlükçü olarak gördükleri, kendilerine ve değerlerine daha yakın buldukları AKP’ye doğru kaymaları, ona destek olmaları, bu kitlelerin fıtri adalet ve özgürlük arayışına delalet etmesi bakımından görece bir olumluluk olarak değerlendirilmelidir. Ancak tevhidi bilince sahip olanların, artık Nur’a gelip vahiyle aydınlanmış olan mü’minlerin, aydınlığı temsil etme misyonunu terk ederek zulümatın gri tonlarına geçmeleri savrulmadır. Zulümat içinde fıtri adalet arayışıyla gri tonlara doğru geçiş yapmış iyi niyetli kesimlerin orada durmayıp NUR’a sıçrama yapmalarına vesile olacak bir şahidlik ve davet sorumluluğu taşıması gerekenlerin adam gibi istikameti koruyan bir örneklik oluşturmaları gerekir. Yoksa istikameti zaafa uğratacak bir tutumla, bir takım kazanımların ve görece özgürlüklere ulaşmanın pragmatizmiyle, zulümatın gri tonlarına destekçi haline gelip davetin muhatabı kitlelerin yanında yer almaları tam anlamıyla bir irticadır/geriye gidiştir. Bu yapılan, kendilerine de, o iyi niyetli ama bilmeyen kitlelere de büyük zulümdür. O kitlelerin hakikate ulaşmalarının önünü kesmektir, gri tonları aydınlık zannedip orada kalmalarına sebep olmaktır ve bu büyük vebaldir.

 

Bu sebeple, tevhidi uyanış süreci öncülerini eleştirip uyarmayı yaklaşık 25 yıldır sürdürüyoruz. Biz uyarmaktan yorulduk onlar aynı hatayı sürekli tekrar etmekten yorulmadılar, bıkmadılar. Geçenlerde Çorum’da İlyas Metin kardeşim bu konuda 1994 seçimleri sürecinde Selam Gazetesinde yazdığım ve rahmetli Ercüment ağabeyin o zaman İktibas dergisine de alıntıladığı bu yazımın küpürünü geçip, “abi maşallah 20 yılda ilkeler alanında bir değişiklik yaşamamışsınız” deme ihtiyacı duydu. Neden? Çünkü ilkesizlik o kadar yaygın ki, İlyas kardeşim ilkeli duruşa hasret kalan Müslümanların yürek acısını dile getirmiş oluyor bu feryadıyla. İbret verici olan bu yazı o zaman Selam’da çıktığında rahmetli Ercüment ağabey de “yazını çok beğendim ve dua ettim, ilkeli duruşun sebebiyle Allah razı olsun, ya Mehmet kardeşim kaç kişi kaldık ki, bizler de çok sık görüşemiyoruz” demişti ölümünden bir süre önce. Demek ki 20 yıl önce başlamış bu savrulmalar, o zaman bile “kaç kişi kaldık” dertlenmesi söz konusuymuş, bugün de aynı dertlenme sürüyor. Evet, bizler de Ercüment ağabeyin dediği gibi çok sık görüşemiyorduk, çünkü o da, ben de oradan oraya koşarak Hakikatin mesajını yaymaya çalışıyorduk. Nitekim o yine bu amaçla gittiği Adana’da rahatsızlandı ve vefat etti, yani Allah yolunda ilkeli bir mücadeleyi sürdürürken can verdi. Allah rahmet eylesin ve kendisinden razı olsun, yaptığı bu değerli mücadelenin ecrini kat kat versin. Şimdi ben yüreğim yanarak, 20 yıl sonra aynı şeyi mırıldanmaktan kendimi alamıyorum: “Aaah be Ercüment ağabey… hakikaten kaç kişi kaldık ki…, üstelik bu tevhidi cephede sen de yoksun artık, senin ilkeli duruş örnekliğinin ve uyarılarının eksikliği hissediliyor…”.

 

Bizler işte bu tür yıllara sari bir mücadele seyri içinde sistem içi siyaset arayışlarına eklenmemeye hep özen gösterdik, yanımızda olması gereken kardeşlerimizi de yaşadıkları savrulmaları sebebiyle hep uyarmaya çalıştık. Amacımız sistem içi değişimlere eklemlenmeyen bağımsız İslami kimlikli bir yapının oluşumuna doğru sağlam bir zemin ve ilkeli, nitelikli biri birikimin oluşmasını sağlamaya vesile olmaktı. Bu konuda yanlış yapan kardeşlerimize diyoruz ki; AKP-Gülen koalisyonu Allah’ın dinini rahat bırakıp sadece askeri Kemalist vesayeti tasfiye etmeye ve görece özgürleşmeyi sağlamaya çalışsalardı, o zaman bizler de onlarla hiç ilgilenmez, zulümleri olursa karşı çıkar olumlu icraatlarını takdir eder, esas kendi tevhidi mücadelemize, davet, eğitim ve şahidlik sorumluluğumuza yoğunlaşırdık. Ama 12 yıldır bu iki kanat da, İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme, sekülerleştirme, dinimizi tahrif etme çabalarını hiç terk etmediler. Aynı zamanda daha önce ifade ettiğimiz gibi farklı boyutlarda da olsa zulmetmeyi de sürdürdüler. Üstelik hiç değilse askeri vesayeti ve darbecileri yargılayıp tasfiye diyorlar zannedilirken, onu bile beceremediler, neredeyse hepsinde tekrar başa dönüş işaretleri ortaya çıktı, darbeci, askeri vesayetçi kadroların neredeyse hepsi serbest kaldılar ve cüretkarca tehditler yağdırmayı da sürdürüyorlar. Zaten sivil iş adamı, medya ve siyasetçi ayağına henüz hiç dokunulmamıştı. Yani tevhidi uyanış süreci öncülerinin İslami kimlik, ilke ve duruşlarından bu kadar fedakarlık yaparak umdukları tüm maslahatlar çok da sert olmayan bir rüzgarla ortadan kalkıverdi.

 

İşte bizler İLKAV olarak, bu gidişi ilkeli biçimde ve duygusallığın etkisinde kalmadan değerlendirdiğimiz için, elhamdülillah, tüm bu süreçlerde AKP-Gülen koalisyonunun her iki kanadına karşı da tavır koyup muhalefet ettik. Kimi gasp edilmiş hakların iadesini görece bir olumluluk olarak değerlendirsek ve bunu adalet gereği açıkça ifade edip takdir etsek de, bunların duygusallığıyla körleşmeden, vahyin ölçülerinin sağladığı feraset ve basiretle, hem taguti olma niteliğinin devam ettiğini gündemleştirerek istikameti korumaya çalıştık. Hem de devam eden zulümlerini ifşa edip mücadele etmeyi sürdürdük. Onların, emperyalizmin İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme projelerine alet olup, demokrasi, kapitalizm ve laiklikle İslam’ı sentez edip uzlaştıran tahrifatlarına ilmi itirazlar yükseltip halkımızı bu sapmaya karşı uyarmaya, faillerini de ahiret ve hesabı hatırlatıp ikaz etmeye çalıştık. Bu bağlamda; “Abant toplantılarını, Dinler Arası Diyalog çalışmalarını” ele alıp zulüm, tahrifat ve ifsadlarını ifşa eden paneller, konferanslar düzenledik. Aynı şekilde, AKP’nin bu konulardaki konumunu ifşa edip eleştiren “AKP, Değişim ve Müslümanlar” konulu konferanslar, paneller düzenledik ve makaleler yayınladık. “Ülkede ve Bölgede Değişim Süreci ve Müslümanlar”, “Anayasa Hazırlığı ve Müslümanca Tutum”, “Türkiye’de Demokratikleşme Süreci ve Müslümanlar” konulu konferans ve paneller gerçekleştirdik. Referandum konusunda ilkeli duruşun ne olması gerektiğini ortaya koyan ve bu konuda Müslümanların yanlış tutumunu eleştiren bir bildiri yayınladık.

 

İşte bütün bunlarla, bir yandan bu konularda vahyin ölçüleri içinde nasıl davranılması gerektiğinin örnekliğini oluşturmaya, adil şahidlik sorumluluğumuzu üstlenerek tevhidi istikameti korumaya, tevhidi stratejik mücadelede ısrarlı olmaya, sistem içi politikalara eklemlenmemeye sürekli biçimde özen gösterdik. Diğer yandan da, bahsettiğimiz nedenlerle istikamet krizi yaşayan kardeşlerimizi “emri bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğumuz gereği uyarmaya ve bu yanlış gidişten dönmelerine, istikameti düzeltmelerine, güzel bir üslup ve ilmi eleştirilerle vesile olmaya da gayret ettik. Bunun dışında yapacak başka bir şey de yoktu. Sonuçta bu uyarılarımızı ve ortaya koyduğumuz örnekliği dikkate alıp almamak bu kardeşlerimizin imtihan sorumluluğu dahilindedir.

 

AKP-GÜLEN ÇATIŞMASI, TARAFLAR DİNİ DEĞERLERİ İMAJ OLARAK ÖNE ÇIKARIP KULLANSALAR DA ASLINDA BİR İKTİDAR VE RANT KAVGASIDIR

 

Radyo Denge: Peki, bugün çatışan ve birbirine karşı galip gelmeye çalışan AKP-Gülen koalisyonunun bu iki kanadının gücü nereden kaynaklanıyor? Ve temel hakların tehdit altında olması bakımından hangisi daha tehlikelidir?

 

Pamak: Bugün koalisyonun iktidar paylaşımı savaşı veren bu iki ortağından birincisi gücünü daha çok halkın desteğinden alırken, Gülen tarafı daha çok bahsedilen küresel güçlerin işbirlikçisi olmaktan almaktadır. Gülen grubu işte bu sebeple, küresel otorite kabul ettiği ABD-İsrail ikiz devletinin ve destekçileri diğer Batı devletlerinin oluşturduğu küresel otoriteye, güçlü gördüğü otoriteye itaat şiarı edinmiş olmasından dolayı biat edip sırtını dayayarak, daha güçsüz gördüğü yerel otorite olan AKP hükümetine kafa tutabilme cesaret ve cüretini gösterebilmektedir. Bahsettiğim sekülerleşme hedefine doğru birlikte yürüyen bu ortaklardan AKP daha çok halka dayalı yerli bir siyasi hareket olup, halk tarafından denetlenmesi ve sandıkta hesap sorulması mümkün olduğu için halka daha yakın ve daha sıcak, halk zaviyesinden bakıldığında daha şeffaf ve daha az tehlikeli konumdadır. Gülen ise gücünü daha çok küresel emperyalist odaklardan, ABD, İsrail ve AB’den alan, daha çok kültürel, ekonomik ve bürokratik bir hareket olduğu için, halk tarafından denetlenemediği gibi, küresel güçlerin desteğine ve devlet içindeki denetimsiz kadrolaşmasına güvenerek daha cüretkâr, cemaat çıkarı söz konusu olduğunda hak-hukuk tanımaz olabilmekte ve bu sebeple de daha tehlikeli bir konumda bulunmaktadır.

 

Bazıları, “Gülen çevresinin de, herkesimden insanlar gibi devlet kadrolarında görev alma hakkı olduğunu” söyleyerek, bu kadroların yaptıklarını örtmeye çalışılıyorlar. Eleştirenler ise, “eğer bu kadrolar kendi cemaatlerinin emriyle hareket edip, cemaat çıkarları için inisiyatif kullanıyor, yetkilerini hukuksuzluk da yaparak cemaat çıkarları için istismar ediyorlarsa, ki durum fazlasıyla budur, o zaman sorun başlıyor” diyorlar. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, İLKAV olarak ve şahsen benim yaşadığım örneklerde görüldüğü üzere bu kadronun, hakkımızda iftira atma ve uyduruk delil oluşturma, telefonlarımızı dinleme, yargıyı baskı altına alma gibi teşebbüslerde bulunduklarına şahid olmuşuz. Aynı şeyleri kendilerine muhalif gördükleri (hatta sadece kendilerini eleştiren kitaplar yazmaya teşebbüs ettikleri için Ahmet Şık ve Hanefi Avcı örneklerinde olduğu gibi) herkese yapabilen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bütün bu davalarda, iftiralarla, delil uydurma yöntemiyle, emirleri altındaki emniyet ve yargı gücünü ölçüsüzce ve azgınca kullanabilen, hak, hukuk tanımaz bir zihniyeti görüyoruz. Bu sebeple, söz konusu camianın bu bakımdan çok riskli ve kendisinden olmayanlara, hele de kendilerini eleştirenlere, özellikle de Müslümanlara karşı hukuk ihlali yapmaktan çekinmeyecek saldırgan bir durumu temsil ettiklerini söyleyebilirim.

 

Üstelik Gülen’e bağlı “Paralel Yapı”nın kadroları liderlerinin Allah (c) ile konuştuğuna, Peygamber (s) ile sürekli birlikte olduğuna, hatta kendisinin “mehdi”, “mesih” ve “kainat imamı” olduğuna, kendilerinin de Allah’ın has kulları “seçilmiş ruhlar” olduğuna inanıyorlar. Gizemli, kapalı bir yapı halinde olmaları ve cemaatin çıkarlarını putlaştırıp, amaca ulaşmak için her şeyi meşru görmeleri tehlike katsayılarını arttırmaktadır. Bu zihniyet, “tecessüs”, özel hayatları takip, dinleme ve bu suretle elde edilen bilgileri ifşa etme, üstelik içeriğini saptırma ve montaj yapmak suretiyle amaca uygun hale getirerek yayınlama, şantaj aracı olarak kullanma dahil Allah’ın haram saydığı her şeyi meşrulaştırıp yapabilen bir zihniyet olarak insanların ve toplumun güvenliğini tehdit bakımından çok tehlikeli bir konumu temsil etmektedir.

 

Radyo Denge: Fethullah Gülen taraftarları üzerindeki bu hakimiyetini nasıl sağlayabiliyor ve bu kadar kör bir itaati nasıl temin ediyor, bunda ürettikleri din algısının payı nedir?

 

Pamak: Fethullah Gülen’in din algısı içinde geleneksel hurafeler, bid’atler var. Onları İslam gibi anlamış, benimsemiş. Onun peşinden gittiği Said Nursi’de de aynı hurafe ve bid’atler var. Tabii ki Said Nursi buna göre daha ahlaklı bir şahsiyet, daha kahraman diyeceğimiz birisi. İnandığı değerler uğrunda bedel ödemeyi göze alan, hapishaneden hapishaneye, sürgünden sürgüne giden bir adam. Ama neticede karışık, hak ile batılın karıştığı bir din algısı var. Mesela bir uyduruk “Nur-u Muhammedi” teorisi var ki, hurafeci herkesin kabul ettiği bu teori vahye aykırı bir iddia. Buna göre, “Hiçbir şey yoktu Allah vardı, önce Peygamberin nuru yaratıldı, sonra evrendeki her şey ondan yaratıldı” diyorlar. Buradan kalkarak vahdet-i vücut sapkınlığına zemin hazırlıyorlar. Buradan hareketle Fethullah Gülen bir kitabında, Hz.İsa’nın (AS) babasının Hz.Muhammed (AS) olduğunu bile söyleyebiliyor. “…âyette “Ruh” tabiri kullanılıyor. Bu Ruhun tayininde ise ihtilaf vardır. İhtimalin sınırları ise,..Efendimizin (sav) ruhunu da içine alacak kadar geniştir. Çünkü Hz. Meryem çok afife ve nezihe bir kadındı, bu itibarla da gözlerinin içine bir başka hayalin girmemesi gerekirdi. Ayrıca Efendimiz (sav) de, bir makamda onun kendisiyle nikahlandığına işaret etmektedir. Bu açıdan da “Ruh” Efendimizin (sav) ruhu da olabilir. Fakat, bu kat’i değildir, bir ihtimaldir” diyebilmektedir (Nil Yayınları, Fasıldan Fasıla kitabı 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 197). Allah (c) Kur’an’da onun babasız doğduğunu bildiriyor, onun durumu tıpkı Adem(AS)’in yaratılması gibidir diyor, bu kadar açık ve net bir biçimde ayetleriyle hakikati açıkladığı halde, o baba arıyor ve tabi bu benim kanaatimdir diyor. Senin öyle bir kanaat ortaya atma hakkın var mı?

 

Hz. Peygamber’in (s) bir çok batılın ve haramın öne çıktığı Türkçe Olimpiyatları’na geldiğini iddia edecek kadar ileri giden Gülen ve cemaati, İsrail ve ABD desteğine sahip olarak çıkardığı siyasi çıkar çatışmasına Peygamberimizi de alet etmekten çekinmiyor ve rüyada kendilerine “Twitleri ikiye katlayın” dediğini savunup buna göre amel etme noktasına kadar ileri gidebiliyorlar. Hatta Gülen cemaati üyelerine sürekli olarak Peygamber Efendimizin Fethullah Gülen’le 81 ili teftiş ettiği, öğrenci evlerini denetledikleri gibi uyduruk hikayeler anlatıyorlar.

 

Sanki tevazu sahibi biriymiş gibi kendisi takdim etmek için olsa gerek “Küçük Dünyam” adını verdiği, ama aslında “Büyük Dünyam” demek istediği içi okununca fark edilen kitabında, bir çok olağanüstülüğe yer verir. Çünkü olağan birisi değildir ki, hayatı olağan olsun. Mesela bir tanesini ifade edip geçelim; kendisi çocukken yine Peygamberimizle görüştüğünü ve onun köyüne kadar geldiğini söyler ve olayı şöyle anlatır: “Bu gece bu köye fahri kâinat efendimiz geldi. Arkasında Raşid Halifeler vardı. Hz. Ali’nin elinde birçok kazık bulunuyordu. Efendimiz bana dönerek: ‘Molla Muhammed bu köy senin mi?’ diye sordu (mehdilik iddiasıyla uyumlu olması için mi bilinmez, meğer bir adı da Muhammed imiş-MP). Ben de ‘evet Ya Rasulallah’ dedim. Bunun üzerine Hz. Aliye dönerek -‘Ya Ali bu köye de bir kazık çak bir daha bu köy de sallanmasın’ dedi.” Gördüğünüz gibi, peygamber ve raşit halifeler el¬lerinde kazıklarla deprem bölgelerini dolaşarak özel kişilerin doğup yetişecekleri beldeleri koru¬mak için diyar diyar gezdirilmektedir. “Ertesi gün bir arkadaş geldi ve bana şunu nakletti: ‘Akşam rüyamda efendimizi gördüm, size selam söyledi ve Evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem’ buyurdu.” Yani Peygamber, bütün in¬sanlar için öngördüğü sünnetinden hoca efendiyi istisna etmektedir. Böylelikle bir yandan hoca efendinin seçkinliği kendisi için özel uygulama¬lar getirilerek vurgulanırken, diğer yandan seç¬kinliğine dayanarak kitap ve sünnetin zahiri hükümleri dışında rüya, ilham, ima ve işaretler gibi batini delillere dayanarak davranabilmesine kapı açılmış olmaktadır.” (Merhum Sükuti Memioğlu kardeşimizin o zaman Selam Gazetesinde yayınlanan söz konusu kitaba dair değerlendirmesinden alıntılanmıştır).

 

A Haber’de yayınlanan Deşifre programına katılan Latif Erdoğan, Fethullah Gülen hakkında şunları söylüyor: “Gülen bana Allah ile konuştuğunu söyledi. ‘Doğru bu kainatı Hz. Muhammed’im için yarattım ama senin için de devam ettiriyorum’ dedi. Bunu söyledi. Mesela, ‘Ben öfkelendiğim zaman, dışarıda fırtına olur, ben öfkelendiğim zaman kasırga olur” demiştir. Bunu toplum biliyor. Çok tekrar etmiştir de. Fakat bunlarla biz mahkum etmedik onu. Bunu inanç haline getirince tehlike olmaya başladı.”

 

İşte sürekli bu tür hurafelerle oluşturulan bir gizemlilik içinde insanlar Allah ile aldatılarak Gülen ekibinin safsatalarına inandırılıyor ve ne yaparlarsa yapsınlar Allah ve Peygamber’in onayı ile yapılıyordur zannı oluşturularak, haram olan amellerine bile meşruiyet kazandırılmaya çalışılıyor. Allah ile konuşmak demek vahiy almak demek, bu da Peygamber olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Cemaat içinde “Gülen’in Hz. İsa-Mesih olduğuna inanılıyor olması” kendisine sorulduğunda suskun kalıp reddetmediği iddia ediliyor. Böylece Hz. İsa (AS) da (haşa) Hz. Muhammed’in (s) çocuğu olarak görülüyor olunca, Gülen aynı zamanda Hz. Muhammed’in çocuğu konumuna getirilmiş oluyor. Akıl devre dışı bırakılıp duygularla hareket edilince tüm sapkınlıklar fark edilmiyor maalesef.

 

Zaman Gazetesinde yazdığım süreçte, bir gün ikinci halkadaki bir müntesibe, “sohbet için Hocanızla bir araya geldiğiniz ne yapılıyor, sohbet ya da ders nasıl işleniyor?” diye bir soru yönelttim. Şu şaşırtıcı cevabı verdi: “Abi birlikteyken sadece Hoca Efendi konuşur, başka hiç kimse konuşmaz. Kur’an okunmaz sadece o konuşur ve biz onu dinleriz. Hatta o konuşu, konuşur ve bir müddet sonra konuşacağı şeyleri bitirdiği ya da yorulduğu için bilemem ama susmaya başlar ve uzun süre susar. Bizler de o sırada susarak bekleriz, ta ki o tekrar aklına bir şey gelip de konuşmak ihtiyacı duyana kadar bu suskunluk hali devam eder. Hatta bazen içimden geçiririm, keşke birinci halkadaki abiler bir şeyler sorsalar da hazır buradayken Hoca Efendiden istifade etsek diye geçirdiğim olur, ama maalesef hiç kimse konuşmaz ve asla bir şey de sorulmaz”. İşte böyle bir teslimiyet ve kör bir itaat söz konusu. Herkse aklını ona kiralamış, o ne derse o. Başka bir düşünce üretmek, katkıda bulunmak, sohbeti daha verimli kılmak, katkı sunarak zenginleştirmek yok. Hoca yanlış bir şey söylerse itiraz yok, eleştiri yok. Hem o hiç hata yapar mı? O sürekli Peygamber’in (s) (haşa) onayını alan bir zat. Hatta “o (haşa) Allah (c) ile konuşan birisi. Biz kim oluyoruz da onu eleştirmeye kalkacağız” diye düşünülüyor demek ki. Sürekli Peygamberle görüştüğü yalanını söylüyor ama onu hiç örnek almıyor. Peygamber (s) ve ashabı iş konusunda bir meseleyi istişare etmeden karara bağlamazlardı, istişarede de hepsi serbestçe görüşlerini ortaya koyarlardı. Hatta bazen katılmadıkları bir görüş Peygamber’den (as) sadır olduğunda; “Ya Resulullah (s) bu sizin görüşünüz mü yoksa vahiy mi?” diye sorup, eğer onun görüşüyse, farklı görüşlerini lisanı münasiple ifade ederlerdi ve Peygamber (as)’ın kendi görüşünü terk edip onların görüşünü karar altına aldığı da olurdu. Gülen ve ekibi, yanlış-doğru, haram-helal her şeylerini (haşa) peygamber’e onaylatma zulmünü işleyeceklerine, onun güzel örnekliğini dikkate alsalardı bu hale düşmezlerdi.

 

İnşallah kendilerine büyük bir musibet gibi gelen bu çatışma süreci, gizemlilik ve kapalılık örtüsüyle üzeri örtülen bütün fücurun, kirliliklerin, hurafelerin ortaya çıkması ve tartışılması suretiyle, uyuyanların uyanmasına vesile olarak bir rahmete dönüşür. Tabii bunun için öncelikle, bu iyi niyetli insanların, iradelerini ipotekten kurtararak akletmeye başlamaları, sapkın rüyalara ve hizip çıkarlarına göre din belirleyenlerin peşinde gitmekten vazgeçmeleri ve sorgulamaya başlamaları gerekir. Ancak Kur’an’ı hakkıyla okuyarak hidayete ulaşmalarına vesile olacak tevhidi istikamete yönelmek suretiyle, ilk başta sanki bir musibet gibi algıladıkları bu gelişmelerin inşallah kendileri için bir rahmete dönüşmesine yol açabilirler. Bugünkü fırsat, kendileri için, batıl yolda ahirete doğru giderken ölmeden önce son çıkış olabilir, kıymeti bilinmeli ve hakkıyla değerlendirilmelidir, aksi takdirde ahirette hesap günü yaşanacak son pişmanlığın hiçbir faydası olmayacaktır.

 

Yaşadıkları şu çarpıcı gerçekleri artık sorgulamayı başarmalıdırlar; Allah kitabında sürekli akla hitap edip, muhataplarını vahyi ve kevni ayetlerini hakkıyla okuyup akletmeye ve düşünmeye çağırırken; Gülen, Kur’an’ın akîdevi tevhidi boyutunu ve İslam’ın hayatı kuşatan bütünselliğini hiç gündeme getirmediği konuşmalarında, akıldan ziyade duygulara hitap etmektedir. Hatta akılların harekete geçip Allah ile aldatıldıklarının farkına varmamaları için, sürekli bir duygusallık içinde sözüm ona Peygamber ve sahabe hayatından kimisi de uyduruk olan menkıbeler anlatılarak ağlama seansları yapılmaktadır. İşte bu yoğun duygusallıkla kuşatılıp akletmeleri engellenen insanlar, vahyi ölçülere uymayan Peygamber ve sahabe sevgisiyle (!) duyguları kabartılarak etki altına alınmaya çalışılmakta, daha sonra da maddi yardım toplama safhasına geçilmektedir.

 

Bu safhada Gülen’in yakın adamları veya cemaatin iş adamları öne atılıp Gülen adına ya da kendi adlarına büyük rakamlar taahhüt etmekte, böylece dinleyiciler içine özellikle getirilen iş adamları tahrik edilerek ya da utandırılarak büyük rakamlarda yardım yapmaya teşvik edilmeye çalışılmaktadır. Bu suretle toplanan kayıt dışı milyarlarca doların nasıl ve nereye harcandığı tamamen Gülen ve kadrosunun denetimsiz inisiyatifi dahilindedir. Böylece cemaat giderek holdingleşmiş, bankaları, medyasıyla kapitalistçe bir hayata yönelmiştir. Üstelik en tepedeki sözde Hoca olarak tabi olan yaşlı zat, ta oradan tüm bu süreçlerin her noktasına müdahale edip yönettiği anlaşılıyor. İnanın bu kadarını ben de beklemiyordum duyunca çok şaşırdığımı ifade etmeliyim. Düşünün bir kere, kime hangi ihalenin verileceğini, KOÇ grubuna gidecek maliyecileri önceden haber verip uyarma işlevini, hangi Bankanın batmaktan kurtarılması için hangi iş adamının kaç yüz milyon lira yatıracağını, hatta STV dizilerindeki senaryo ve sahnelerin belirlenişini, (haşa) Peygamber’in olaylara müdahale ettirilmesini, twitleri çoğaltma emrini vb daha bir çok parasal ve dünyevi işi ve işlemi, ilahi bir veçhe kazandırarak ta Pensilvanya’dan yönetiyor.

 

Cemaatin hizmetinde 25 yıl bulunan akademisyen Prof.Dr Ahmet Keleş: Cemaat içinde daha çok devlet kademelerini ele geçirmek ve daha çok güçlenmeye dair ekonomik konular ön plandadır, dini konular ise daha az önem verilen bir alandır dedikten sonra bunun sebebini şöyle izah ediyor: “Hoca var yetiyor zaten. Dinin hepsi o. Başka kimsenin öğrenmesine gerek yok. Hizmetin içinde tırnak içinde söylüyorum ‘en önemsiz en itibarsız değersiz’ olanlar imam hatip ve ilahiyat alanıdır. Gülen zeki, yorum sahibi, entellektüel aydın böyle insan istemez. Mekanik kafa ister. Mekanik kafa ile itaat eden insanlar ister. Dolayısı ile ne kadar bağlıysanız o kadar işe yarıyorsunuzdur. Öyle olunca o çark Gülen’in istediği gibi yürüyor.” “Telefonları dinleniyor, daha modern cihazlar alındı. Biz şahit olduk. Çok mahrem konular gelirdi. Gülen’e raporlar verilirdi. Mesul yetkililere ulaşmadan Gülen’e gelirdi bu raporlar. Bütün arşiv Gülen’in kasasındadır. Databank Gülen’dedir. Burada (Türkiye’de) Gülen’in hasırlı odasındaydı. Şimdide Pensilvanya’daki odasındadır”.

 

Uzun yıllar çok yakınında bulunduğu ve hatta yerine geçeceği söylenecek kadar ön planda yer aldığı söylenen Latif Erdoğan: “Hizmet, çeşitli iş sektörlerinin buluşma noktası haline geldi. Bu sektörlerde çalışanlarla hizmetin ilişkisi, işçi- işveren ilişkisine dönüştü. Değer atfedilen öncelikler, dünyevi işlerdeki başarılara dönüştü. Eskiden, iman, ibadet, takva, züht, kardeşlik gibi argümanlar öne çekilirken, daha sonra ekonomik kavramlar yönlendirici noktaya yerleşti. Kısa bir süre sonra da ekonomik endişeler her şeye hakim oldu”. Latif Erdoğan TV 360’daki bir programda da, cemaat içindeki yozlaşmaya dair şu çarpıcı tespiti yaptı; Cemaat öylesine bir dünyevileşme yaşadı, öyle bir yozlaşma yaşandı ki, “Mesela içki içen ve hiç namaz kılmayan bir arkadaş, aynı zamanda cemaat evinde dini sohbet de yapmaya başladı, bu hale gelindi”.

 

Dünyevileşmeye dair bu yozlaşma sürecini anlatırken şunları da ilave etti; “Özellikle Hocaefendi’nin şuur altını besleyen talepleri bu süreci hem hızlandırmış hem de şekillendirmiştir. Neticeye ulaşmak için her yolu meşru gören zihni değişim söz konusu taleplerin bir sonucudur. Vesileleri maksat haline getirmek yine aynı taleplerin oluşturduğu kırılma noktasıdır. Milletin alın teri göz nuru ile oluşan önemli güç yapılanması, ne yapacağı belirsiz serseri bir güç halini aldı; hatta silahını, korumakla görevli bulunduklarına çevirdi”.

 

“Vesileleri maksat haline getirmek” itirafını okuyunca aklıma bir hatıram geldi.

 

Radyo Denge: Bu hatıranızı bize de anlatabilir misiniz?

 

Pamak: Zaman Gazetesinde yazmayı bıraktıktan sonraki dönemde benim pozisyonum ve Gülen camiasına yönelik eleştirilerim tartışılıyordu. TİMAŞ yayınlarının kitaplarını basan matbaanın sahibi onlarla aramızda ortak dostumuz konumundaydı. Bu arkadaşımızla Hekimoğlu İsmail benim onlara yönelik eleştirilerimi konuşurlarken, Hekimoğlu, “Tabii Mehmet Pamak gibiler cesur olurlar, çünkü onların dikili ağaçları yok” demişti. Yani bizim bir sürü okullarımız, şirketlerimiz, medyamız vb kaybetmek istemediğimiz bir çok birikimimiz var, Pamak gibilerde ise tüm bunlar yok onun için onlar daha cesur davranabiliyorlar demeye getirmişti. Ben de ona aynı arkadaşımızla şu haberi göndermiştim; “Eğer diktikleri ağaçlar bir süre sonra onların putları haline geliyorsa, onlar da ağaç dikmesinler. Resulullah (s) Mekke şirk sistemi içinde hiç ‘ağaç dikmemiş’, mevcut olan imkanları kullanmakla yetinmiş, bu bağlamda Dar-ül Erkam’ı kullanmış, ama Müslümanların hürriyete kavuştukları Medine’ye gelince de ilk işi ‘ağaç dikmek’ olmuş ve Müslümanların toplanacakları, istişare edecekleri, eğitim alacakları ve ibadetlerini yapacakları Mescid-i Nebeviyi inşa etmişti. Bu sebeple Müslümanlar, küfrün hakimiyetinde kaybedilmesinden korkacakları yatırımlara girişmemeli ve daha sonra onları putlaştırarak önce dine hizmet için oluşturulan bu araçları kaybetmemek uğruna bu sefer Allah’ın dinini feda edebilecek konumlara, yani ‘vesileleri maksat haline dönüştürme’ zilletine düşmemelidirler” demiştim.

 

Radyo Denge: Evet Fethullah Gülen’in oluşturduğu din algısı üzerine konuşuyorduk, devam edecek olursak ilave neler söyleyeceksiniz?

 

Pamak: Öncelikle, tarihsel birikimde yer alan, geleneksel bid’at ve hurafeler vahiyle sorgulanıp ayıklanmadan olduğu gibi dinleştiriliyor. İsrailiyatla, geleneksel hurafelerle örülmüş bir din algısı var. Ama bunda samimi görünen bir adam var, İzmir’den başlayan bir serüveni var. Sonra taraftarlar buluyor, duygusal bir adam, ağlıyor konuşuyor. Sonraki süreçte takibe alınıyor, öyle olunca biraz daha taraftar buluyor. Ama sistem içerisinde daima kollayan adamları var. Yine bir hatıramı nakletmek isterim; 1983 yılında Gülen’in arandığı süreçte, Diyanet müfettişi olan bir arkadaşım beni Gülen’in bir dağ başında yapacağı gizli bir sohbete çağırdı. O dönem, benim de cahiliye kültüründen çıkış için tevhidi aradığım süreçti, nereden İslam adına bir çağrı alırsam bir umutla koşup icabet ettiğimi zamanlardı ve hemen kabul ettim. Birlikte aracımızla yola çıktık, ona yol güzergahını gösteren bir kroki vermişlerdi. Onu takip ederek Kızılcahamam yolunda epey ilerledik, yolda yön değiştirmemiz gereken noktalarda ellerinde telsizler olan sivil kişiler bize gideceğimiz yönü işaret ediyorlardı, sonuçta bir dağ başına geldik ki, çalıların arasının son model lüks araçlarla dolmuş olduğunu gördük. Biz de aracımızı bir yere çekip, önceden kurulup hazırlanmış büyük bir gölgelik altında oturmuş topluluğa katıldık. Düşünün arandığı süreçte Ankara’ya yakın bir dağda açık havada onlarca araçla gelen yüzlerce insan gizli bir toplantı yapıyorlardı ve Fethullah Hocanın mikrofondan yaptığı konuşma hoparlörlerle bütün dağa yayılıyordu.

 

Fethullah Gülen konuşmaya başladı, Peygamber ve sahabe aşkını işliyor, onlardan menkıbeler aktararak ağlıyor, ağlatıyordu, müthiş bir duygusallık sağanağı altındaydık. Şahsen ben de duygulandım ve ağladım. Bu arada yağmur da yağmaya başladı. Ama yine de “himmet” adı altında para toplama safhasına geçildi. Büyük rakamların taahhüt edildiğini hatırlıyorum. Para toplama safhası o duygusallıktan sonra biraz garip gelse de, yine de o günkü henüz Kur’an okumamış tevhidden uzak halimle çok etkilenmiştim. Hatta çevreme olayı şöyle naklettiğimi hatırlıyorum; “O ağladı anlattı, biz ağladık dinledik, sonra dayanamadı gök de ağladı (çünkü yağmur yağmıştı)”. İşte bu sebeple, Kur’an’ı hakkıyla okumadıkları, vahyi ölçülerden haberdar olmadıkları ve tevhidi bilinçten yoksun bulundukları için bu yoğun duygusallıkla akledemeyip bu hareketin peşinden sürüklenenleri, haklı ve meşru görmesem de anlayabiliyorum. Ve bu sebeple de sarsarak uyandırmaya çalışıyorum. Ne olur ölüm gelmeden akledin ve Kur’an’a sarılarak dönün bu yanlış yoldan.

 

Evet o arandığı süreçte bile Ankara’nın dağlarında böylesine büyük katılımlı toplantılar düzenleyebiliyordu. Daha sonra Turgut Özal dönemi geldi ve o da Gülen’in daha fazla büyümesinde önemli bir rol oynadı. Sonra Ecevit’in bile desteği alabildi. Üstelik o dönem ki 28 Şubat süreciydi Ecevit’in partisinden bir adamını milletvekili de yaptı. Önce okullarla, kurslarla başlıyor. Eğitim çalışmalarıyla çocukları alıyor, onlar üzerinden aileleri kuşatıyor ve kitleleşiyor. Sonra Türki ülkelere gidiyor, orada “Türk Siyonizmi” olarak nitelenebilecek bir din algısını yayıyor. Nedir o, geleneksel ve modern hurafeler var, hak dinden kimi motifler var, Türk dili ve kültürü var, bir de anneye babaya saygılı ahlaklı dürüst olsun, kendilerine taassupla bağlı olsun, bunları veriyor.

 

İşte bu, bireysel ibadetler alanına çekilip, kamusal siyasal, ekonomik, hukuki hayatı İslam dışına çıkarıp sekülerleşmeye imkan sağlayan “Ilımlı İslam” algısı, tam da o süreçte yaşanan İran inkılabının ve Rusya’ya karşı başlayan Afganistan cihadının tetiklemesiyle ve İHVAN kaynaklarının tercümesiyle büyük bir ivme kazanan tevhidi uyanış sürecinin önünü kesmek için oldukça işlevsel görünmüş ve hem içerde, hem de dışarıda önü açılmıştır. Önce Özal döneminde büyük devlet desteği almış, okullarının hem Türkiye’de hem de Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan boşlukta tevhidi uyanış kıvılcımı buralara da sıçramasın diye Türki ülkelerde yaygınlaşması sağlanmış, hem de devlet içinde kadrolaşmasının önü ardına kadar açılmıştır.

 

Gülen’in Latif Erdoğan’a söylediği iddia edilen ‘Genelkurmay’daki görüşmeler Cumhurbaşkanı’na dahi gitmeden benim masama gelir” sözü ancak bu tür küresel ilişkilerle ve devlet içinde çok etkin konumlarda taraftarları olmasıyla mümkün olsa gerek. Yine TV kanalı 360’da 24 Mart 2014 gecesi yapılan programda Latif Erdoğan yaptığı bir konuşmada da; “Beni 15 sene dinlettiğini söylediği zaman 15 yıl önceydi” diyor, o halde demek ki 30 yıl önce de bu imkanlara sahipmiş Fethullah Gülen. Bu başlangıç zaman dilimi ise Özal’ın ilk yılına tekabül ediyor. Yani sözüm ona kendisi aranmaktan yeni kurtulduğundan itibaren devlet içinde bu imkana kavuşmuş olmak neyle izah edilecektir?

 

O zaman da ister istemez daha İzmir Kestanepazarı yıllarına, 1970’lere uzanan arka plan hakkında Kadir Mısıroğlu’nun ‘Tarihten Günümüze Tahrifat Hareketleri’ isimli kitabında emekli vaiz Hilmi Türkmen’den aktardığı hatıraya kulak vermek gerekiyor: O şöyle diyor; 1960’lı yılların sonuna doğru bir MİT yetkilisinin kendisini ziyarete gelerek; ‘Bizim teşkilat (MİT) Müslümanların Mustafa Kemal Paşa’ya menfi bir tavır almasından rahatsız. İstiyoruz ki bu münaferatı giderelim. Sen, Süleymancı Cemaati içinde söz sahibi birisin. Sen bizimle çalış bizden ne istersen iste… Diyanet İşleri Başkanı yapalım seni!’ Kendisine yanlış kapıda olduğunu söylemiştim. Şimdi anlıyorum ki, buldukları adam Fethullah Gülen’di. İşi takip ettim o günden sonra. MİT güdümlü olarak nasıl nafiz bir mevkiye getirildiğine safha safha şahit oldum.” 13.Mart 2014 Star Gazetesinde Elif Çakır’ın köşesinde yer alan bu haberde, Fethullah Gülen’in, 1962-71 arasında MİT Müsteşarlığı yapan Korgeneral Fuat Doğu’yla ilişkisi, Ulaştırma Bakanlığı da yapan CHP eski Genel Sekreteri Kasım Gülek ile bağlantılarının irdelenmesi gerektiğinin de altı çiziliyor. Gerçekten ben de bunu önemli buluyorum, yoksa bunca olay başka türlü izah edilemiyor.

 

Daha sonra ise, Abant toplantılarıyla modern cahiliye ile bütünleştikçe ve Papalığın “Dinler Arası Diyalog” misyonuna “hizmet”i de üstlenince bu hareket küresel bir pozisyona doğru evirilmiş, küresel ve Türkiye’deki siyasi ve sermayedar destekleriyle daha da büyümüştür. Mesela Jak Kamhi bile açıkça biz de destek veriyoruz diye televizyonda söylemişti. “Bunların insanlığa çok faydalı bir hareket olduğuna inanıyorum ve destekliyorum” demişti. Papayla görüşmelerini Amerika’daki Yahudi lobisinin önde gelenlerinin ayarladığı ve küresel boyutta da büyük maddi destek aldıkları söyleniyor. Böylece giderek daha fazla serpiliyor, büyüyor, yaygınlaşıp, küreselleşiyor.

 

Bu çerçevede değerlendirdiğimiz zaman, Gülen hareketinin din anlayışında önceden gelen geleneksel hurafeler vardı, sonra bir süreç yaşadılar son 16 yıldır, Abant toplantılarıyla, laiklik, demokrasi, kapitalizm gibi modern cahiliyeyi de içselleştiren bir yapı ve zihniyet oluşturdular. Ondan sonra daha çok önleri açıldı ve daha çok güçlendiler, küresel destek aldılar ve küreselleştiler. Bütün dünyada okullar açtılar, küresel ve bölgesel, yerel güçlerle, devletlerle, onların istihbarat kuruluşlarıyla yakın ilişkiler kurup güç devşirirken onların da kendi içlerine sızmalarına imkan tanımış oldular.

 

ABD VE BATININ ERDOĞAN’IN KIRMIZI ÇİZGİLERİ AŞTIĞINI DÜŞÜNMESİ, GÜLENİST “YENİ BİZİM ÇOCUKLAR”I HAREKETE GEÇİRDİ

 

Radyo Denge: 10 yıl sorunsuz devam eden AKP-Gülen koalisyonu içindeki iki tarafın birlikteliği ne oldu da son iki yılda bu şekilde bir çatışmaya dönüştü?

 

Pamak: Evet, yıllardır bu ikisi aynı hedefe doğru işbirliği içinde ve sorunsuz biçimde birlikte yürüyorlardı. Zaten Gülen daha önce ABD’ye yerleşmişti. ABD deki Neo-conlar ve İsrail lobisi ile ilişkiler kurdular. Kendilerinin, ABD ve Batı’nın Ortadoğu’da aradığı ve oluşturmaya çalıştığı “Ilımlı İslam” alternatifine, “Dine Karşı Din” projesine en uygun cevap olduklarını Graham Fuller (Eski CIA Ortadoğu temsilcisi) de kitabında belirtiyor. Gülen ekibi, başlangıçta AKP’yi de bu güçlerle tanıştırdı ve işbirliğine yöneltti. Böylece önü açılan AKP hükümeti bir koalisyon olarak doğdu ve Gülenist kadro bir nevi denge ve fren unsuru olarak bu koalisyonda yer aldı. Tayyip Erdoğan 2004 yılı başında Amerika’yı ziyaretinde, kendisine ‘Amerikan Musevi Komitesi’ tarafından ‘Cesaret Ödülü’ verildi. İşte AKP-Gülen koalisyonu böylece 10 yıl devam etti. Bu süreçte özellikle ABD’nin de kontrolü dışına çıkıp onun çıkarlarına da zarar verdiğine inanılan darbeciler de ABD onayı ve desteğiyle tasfiye edilmeye çalışıldı.

 

Bu süreçte, önce Gülen kadrosunun başta yargı ve emniyet içinde yaklaşık 20 yıldır birikmiş kadrosu değerlendirilerek çok önemli mevkilere getirildi. Ayrıca, ABD ve İsrail istihbaratının desteğiyle kendisine verilen bilgi ve belgelerle eski derin devletin ve darbeci vesayetin tasfiyesine yönelik çalışmalarda daha etkin olması sağlandı ve böylece devlet ve hükümet içindeki konumu güçlendirildi. ABD kanadı, bilhassa da Hıristiyan Siyonist Neo-Conlar, eski statükonun derin devleti ve bürokratik vesayetinin ömrünü tamamladığını ve artık ABD çıkarlarına da zarar verir konuma geldiğini gördüler. Özellikle de son dönemlerinde Rusya ve İran yanlısı açıklamalar yapmaları ve Irak’a saldırı sürecinde ABD’nin büyük güvenle çıkartmalarını beklediği tezkere konusunda da ayak sürüyüp hayal kırıklığına yol açtıklarını değerlendirdiler. İşte söz konusu sebeplerin birikimi sonucu bunların kalemini kırmışlardı. Ama bu durum, bu derin vesayet konumuna yeni taraftarlarının gelmesinden de vazgeçtikleri anlamına gelmiyordu. Çünkü halka dayanan siyasileri, küresel emperyalist güçlerin çıkarları açısından baskı altında tutacak bir vesayeti kolay kolay bırakmaları düşünülemezdi.

 

Bu süreçte ise, ABD ve CIA, gerek içlerine sızarak, gerekse içlerinden adam devşirerek ve gerekse de uzun zamandır dünya çapında ittifak halinde birlikte iş yapmalarının getirdiği güvenle ve üstelik artık her şeylerini biliyor ve yönlendiriyor olmaları sebebiyle, yeni derin devletin ve bürokratik vesayetin kendi kontrolleri altındaki “yeni bizim çocukların” eline geçmesini istediler ve desteklediler. Sonuçta “eski bizim çocuklar”ın en azından uyumsuz olan ya da artık miadı dolmuş bulunan kısmı tasfiye ediliyor ve yerlerine içlerine sızılmışı ve devşirilmişiyle Gülenistler ve eski derinlerden hâlâ kullanılmaya müsait olanların da muhafazasıyla “yeni bizim çocuklar” ikame ediliyordu. Bu derin kadrolaşma sürecinde, Gülen grubunun, hükümetine zorluk çıkarmayıp büyük medyatik ve bürokratik destek de verdikleri ve üstelik eski darbecilerin, askeri vesayetin tasfiyesinde de önemli rol oynadıkları için Erdoğan nezdindeki kredileri yükselmişti. Ve ayrıca da on yıllardır biriktirilmiş olan bürokratik kadroların bunlarda olması ve Erdoğan’ın kendi çizgisinde böyle bir birikime sahip olmaması ve bunların da “Müslüman” görünümlü olmaları gibi sebeplerle, “ne istediler de vermedik” konumunda önleri açıldı ve kolayca devletin bir çok kurumunu ele geçirmeleri sağlanmış oldu. Hele bir de referandum sonucu yargıdaki konumlarını en güçlü pozisyona çıkarmaları ve emniyet ve istihbarat içindeki bütün üst kadrolar da ellerinde olunca, yeni derin devlet küresel emperyalistlerle ittifak halinde eskisinin yerini almıştı. Artık Erdoğan’ın korkulan “gizli ajandası” ya da “kırmızı çizgileri ihlal potansiyeli” kontrol altına alınabilecekti. Bu küresel güçler için önemli bir güvence teşkil etmiş, onları rahatlatmıştı.

 

Ancak özellikle 2011 yılından itibaren AKP’nin kimi iç politikaları (Kürt sorununa çözüm, MİT’te emperyalist istihbarat örgütlerini, MOSSAD ve CIA’yı rahatsız eden yerli kadrolaşma, liberal ve sol kesimleri rahatsız eden hayat tarzı düzenlemeleri ve Gülen grubunun ele geçirdiği rantı ve kadroları kısmaya çalışan uygulamalar) ile kimi dış politikaları (başta Gazze sonra da Mavi Marmara saldırısı sebebiyle İsrail ile ilişkilerdeki bozulma, Mısır, Suriye, Irak başta olmak üzere bölgeye dair tercihleri) hem dış güçleri hem de onların müttefiki olan Gülen hareketini rahatsız etti. Özellikle Suriye ve Mısır konusunda mahalli çözümler üzerinde yoğunlaşmak yerine, bu yolu denemeden daha başlangıçta Batı çizgisine kayarak ve “Suriye’nin dostları olduklarını” iddia eden sahtekâr Batıya güvenerek Suriye ve Mısır Müslüman halklarını yanlış yönlere gitmeye cesaretlendirdi. Arkası gelmeyecek bu cesaretlendirmeyle birisi yeterli imkanlara sahip bulunmadığı ve hazır olmadığı halde silahlı mücadeleye başvurdu, diğeri ise başta girmeyeceğini ilan ettiği sistem içi hükümet arayışına yönelip Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katıldı. İşte bu büyük hatalar sonucu Suriye ve Mısır Müslüman halklarına büyük acılar getiren süreçlerin yaşanmasına sebep olundu. Bu acılı süreçler devam ediyor, Allah yardımcıları olsun. Ancak güvenilen Batı akrepliğini yaptı ve Erdoğan’la birlikte olduklarını iddia ettikleri demokratikleşme putlarını yiyerek Mısır’da darbeci Sisi’yi desteklediler, Suriye halkına dost olmayı bırakıp Esed ve İran ile yakınlaşarak yüz binlerce mülteciyle baş başa kalan Erdoğan’ı katil Esed’in karşısında yalnız biçimde ortada bırakıverdiler. İşte bu sebeple, aldatılmış ve yalnız bırakılmış olmanın hıncıyla, ama haklı olarak Erdoğan’ın yaptığı sert eleştiriler, egemen küresel güçleri rahatsız etti. Tabii Batı ile ve bölgedeki karakolları İsrail ile sertleşen politikalar Gülen’i ve ekibini de rahatsız etti.

 

Hayat tarzı haline getirdikleri takiyye ve karşıtına kendini kabul ettirmek için onun gibi görünme çabası yıllarca sürünce, bu kesimin, devlete sızdırdığı kadroları başta olmak üzere öncü kesiminde, zamanla yaşadığı gibi inanma sonucunu doğurdu. Yani sızdıklarının içinde “sızıp kaldılar”. Bu sebeple de karşıtına benzeyerek biraz Kemalistleştiler. Bu durum, Brezilya’lı yazar Paulo Freire’nin bir sözünü hatırlatıyor. Yazar “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı eserinde ezilenlerle ilgili önemli tespitler yapıyor: “Ezilenler, yabancılaşmanın etkisiyle, ne pahasına olursa olsun ezene benzemek, onu taklit etmek, onu izlemek isterler.” Bu yüzden, Kemalistleşen Cemaat öncüleri Türkiye’nin neredeyse bütün temel dış politika konularına ve hatta Kürt sorununa çözüm konusuna bile Kemalist bir bakış açısıyla yaklaşmaktadırlar. Gülen Cemaati, geleneksel Kemalist dış politika zihniyetine paralel biçimde, Batı merkezci bir dış politika anlayışına sahiptirler ve AKP hükümetine de bunu dayatmaktadırlar. Kürt sorununun çözümünde de, etnik kimlik, ana dil, siyasi ve kültürel temel haklar konusunu görmezden gelerek, daha çok o bölgede okullar açarak (Kemalizmin yatılı bölge okullarını hatırlayın), ekonomik yatırımlar yaparak meseleyi çözme anlayışı ön plandadır. Bu sebeple de, AKP’nin başlattığı çözüm sürecinden rahatsız olmakta, elindeki emniyet ve yargı gücünü kullanarak, bütün darbeciler bile serbest bırakıldığı halde KCK tutuklularını kasten tahliye etmeyerek çözüm sürecini engellemeye çalışmaktadır.

 

ABD, CIA ve Batıyı rahatsız eden hususları yıllarca FBI’da çalışan hem Türkiye’yi hem de ABD’yi yakından takip edip kimi ilişkilerini ifşa ettiği için uzaklaştırılan Sibel Edmond’da; Türkçe tercümesi “CIA Erdoğan’ı neden hedef aldı?” başlığıyla yayınlanan röportajında şu şekilde sıralıyor; “CIA’nın planı, Türkiye’yi bir model ülke olarak kullanmak ve diğer ülkeleri de aynı şekilde hizaya getirmekti. Ilımlı İslam projesini Orta Doğu’da uygulamaya geçirmekti. Erdoğan ve Gülen, daha doğrusu CIA arasındaki sorun, bu planları aksatıyordu. CIA, Erdoğan’ın kontrolünü kaybediyordu. Erdoğan, CIA ile sorunu daha da büyütmek için rest çekti. Boyun eğmeyeceğini göstermek için, bir mesaj vermek için “milyarlarca dolarlık silah alımlarını ABD ile değil, Çin’le yapacağım” dedi. Tüm dünya bu reste şaşırdı. Bu, ABD ve NATO’nun en üst düzey kurallarından birinin ihlali anlamına geliyordu, yapılabilecek son şeydi. İşte bu, NATO ve ABD Silah Sanayiini çileden çıkardı. Ve Erdoğan daha da ileri giderek, “AB’ye girmek için yıllardır beklediklerini ve bunun gerçekleşmeyeceğini anladığını, bunun yerine Şangay Birliği’ne katılmak istediğini” söyledi. Ve resmen başvuruda bulundu. Ve bu davranış yine, çiğnenebilecek en son kurallardan biriydi. Batı için yüz senedir kukla olan Türkiye, kukla oynatıcısına karşı, sahibine karşı isyana kalkmıştı. Batı, zorla kurduğu bu kukla düzenini, kolay yıktırmazdı. İşte bunları yaptığınızda, son kullanma tarihiniz dolmuş demektir. Kim olursanız olun artık bitmiştir. Ve ABD’nin uygulayacağı cezanın diğer ülkeler için ibretlik olması gerekiyordu, çünkü bu durum başkaları tarafından örnek alınabilirdi, bu risk göze alınamazdı”. (Timeturk).

 

İşte bu tür politikalar sebebiyle rahatsız olan küresel güçler, AKP’yi kırmızı çizgiler konusunda denetlemek, gerektiğinde uyarmak, terbiye etmek amacıyla kullanmak üzere destekleyip derinlere yerleştirdikleri, emniyet ve yargıyı Erdoğan sayesinde ele geçirmiş Gülenist vesayetçi “yeni bizim çocuklar”ı, TÜSİAD-CHP-MHP ile her zaman kullanıma hazır marjinal şiddet eğilimli vandalist örgütleri ittifak halinde harekete geçirdiler. Gülen hareketi hem kendi adına hem de müttefikleri adına iç ve dış politika üzerinde belirleyici olmak, yönlendirmek ve iktidarı bu boyutuyla da paylaşmak, hatta ele geçirmek isteyince ipler koptu. Böylece dış destekli operasyon Gülen ekibinin öncülüğünde başlatıldı.

 

İlk çatışma Oslo görüşmelerini sızdıranların bu konuda emniyet ve yargıdaki Gülenist “yeni bizim çocukları” kullanmalarıyla başladı. Emperyalist güçler, AKP hükümetinin Kürt sorununu kendilerine rağmen çözerek Ortadoğu’da güçlenmesinden rahatsızlık duyuyorlardı. 200 yıldır yönettikleri Ortadoğu’ya Türkiye’nin Kürtlerle barışarak yeniden dönüş yapması ihtimali gözlerini korkutmuştu. İşte malum ölçüsüz KCK operasyonları, 7 Şubat 2012’deki MİT krizi gibi girişimler, hep bu konuda Erdoğan ve ekibinin adımlarını engellemek için gerçekleştirildi. Ardından Gezi Parkı olayları geldi ve cemaat biraz arka planda kalarak da olsa destekledi. Nihayet Dershane tartışmasıyla başlayan yeni çatışma alanı 17 Aralık’ta “yolsuzluk operasyonu” ile yeni bir boyut kazandı. Amacın yolsuzlukların üstüne gitmekten ziyade, yıllarca takip edilip biriktirilen birbiriyle bağlantısız bir çok belge ve bilginin seçim öncesi ifşa edilip Erdoğan’ı zor durumda bırakmak, gerekirse ekarte etmek olduğu anlaşılmaktadır. Eğer amaç yoksuzlukları yargılamak olsaydı bu kadar bekletilmezler ve alakasız konular birlikte servise konmazdı. Yine eğer amaç yolsuzlukları yargılamak olsaydı, bu kadar bekletilmişken bir kaç ay daha bekletilebilir tam seçim öncesi yolsuzluğun yargılanmasını engelleyecek bir ortam oluşturulmazdı.

 

Benim kanaatimce, bunlar daha da geciktirilip 17 Aralık yerine muhtemelen Erdoğan’ın kendisini toparlamaya imkan ve kamuoyunun kafa karışıklığını gidermeye fırsat bulamayacağı bir zamanda, yani seçimin hemen öncesinde yapılacaktı ve Erdoğan hükümeti bu yolsuzluk damgasıyla sandığa götürülecekti. Ama yine kanaatimce böyle bir operasyonun istihbaratını alan Erdoğan, Gezi olaylarında olduğu gibi, hiç acelesi yokken dershanelerin kapatılması meselesini Gülen camiasına haber uçuracak bir milletvekilinin yanında özel bir toplantıda açtı (ki o milletvekili daha sonraki süreçte ilk istifa eden milletvekili oldu) ve o haber Gülenist medyada manşetlerden patladı. Bildiğiniz gibi Gezi Parkı meselesinde de, Erdoğan 3 ay önce böyle bir kalkışma ve darbe girişiminin istihbaratını aldığını daha sonra açıklamıştı. Bu olayı Gezi vesilesiyle erken doğuma zorladığı kanaatindeyim. Böylece muhafazakar ve “dindar” seçmen kitlesini çevresinde toparlayarak o kalkışmaya cevap vermişti. Bu sefer de dershane üzerinden provoke ederek seçim öncesi yapılacağı istihbaratını aldığı operasyonu erken doğuma zorladı. Ve dershane üzerinden müthiş bir çatışma başladı. Erdoğan geri adım atmayıp çatışmayı daha ileri boyutlara vardırmalarını provoke eden sert açıklamalarını sürdürdü, tıpkı Gezi olaylarında da olduğu gibi. Böylece seçim öncesi yapılması planlanan operasyon erken doğuma mecbur kaldı. Sonuçta, hemen seçim öncesi planlanan oyunun seçimden üç buçuk ay önce patlaması üzerine, Tayyip Erdoğan yine halka bunun bir oyun olduğunu ve üzerine atılan suçların gerçek olmadığını, bütün bunların dış destekli yerli taşeronların iktidarı devirmeye yönelik bir darbesi olduğunu anlatma ve tekrar kitlesini etrafında kenetleme imkanını ele geçirmiş oldu.

 

Bu son olayda artık açık ve net olarak ortaya çıkan bir başka gerçek de operasyona imza atanların cemaatin savcıları ve yargıçları olmasıydı. “yeni bizim çocuklar” eskilerden de destek alarak, ama daha farklı, “ilahi” olduğunu zannettikleri bir misyonla harekete geçmişlerdi. Allah ile konuşan, her yaptığı yanlışa Peygamber onayı aldığına inanılan bir “kainat imamı”nın önderliğinde ulvi bir davanın kahramanları olmaya talip “adanmış ruhlar” olarak saldırıyorlardı. Bundan sonra artık ok yaydan çıkmış oldu ve ne maharetleri varsa, ne kadar provokasyon malzemeleri ve ne kadar şantaj, dublaj, montaj güçleri ve imkanları varsa hepsini cepheye sürmek zorunda kalmış oldular. Tabii ki, bu sebeple geniş kitleler nezdindeki inandırıcılıklarını da büyük ölçüde yitirdiler. Bu yüzden, muhtemelen var olan, bizce de mümkün olan bir çok yolsuzluk iddiası da böylece, bizzat iddia edenlerin sahtekarlığı, oyunları, ahlaki ve hukuki olmayan tutumları, güvenilir olmamaları sebebiyle örtülmüş oldu.

 

Radyo Denge: Söz konusu ekibin bu operasyonlar zincirinde ABD ve İsrail’den bilgi ve belge desteği aldığı da iddia ediliyor, ne dersiniz?

 

Pamak: Yeni Şafak’ta yer alan bir haberde; “Paralel yapının adamlarının Erdoğan’ı istifaya götürecek ve onu zor durumda götürecek belge var mı diye çok yakın bir zamanda bizzat MOSSAD ve İsrail’in kapısını çaldıkları, … bu tür belgeler varsa ve verirlerse nerelerde yayınlayacaklarını söyledikleri ve Erdoğan sonrasında İsrail’le ilişkileri eski haline sokacakları konusunda garanti verdikleri” iddia ediliyor. Hatta uzun yıllar cemaat içinde ön safta görev yapan Latif Erdoğan “O günkü şartlarda en yakın arkadaşlardan birisi dert yandı bana. ‘Hocam biz İsrail’de eğitiliyoruz’ dedi. İsrail’e devlet eliyle gidiliyor, ama Cemaat ferdi bunlar. Her türlü eğitimi orada görüp geldi bunların çoğu” diyor. “Hatta İsrail’de eğitim alan bu arkadaşlardan birisi, ‘hocam ben artık İsrail’i çok seviyorum” bile dedi. Benim bildiklerimi değerlendirdiğimde tespitim şu; artık cemaate ‘İsrail Muhipleri Cemiyeti” demek lazımdır” ifadelerini kullanıyor. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, İsrail ile cemaat kadroları arasında böyle bir sıkı ilişki var.

 

Gülenist grup için ABD ve İsrail küresel sistemde otoritedir. Kendi adamları bile Mavi Marmara da dahil İsrail ile ilişkilerin sertleşmesinin Gülen hareketi ile AKP hükümeti arasındaki kopuşun ilk sebebi olduğu vurgusunu yapıyorlar. ABD’nin önde gelen gazetelerinden New York Times’a konuşan Hüseyin Gülerce, “Gülen’in takipçilerinin Gezi Parkı protestocularının Erdoğan hakkındaki şikayetlerinin birçoğunu paylaştığını ifade etti. İki grubun da, çok güçlenen Erdoğan’ın otoriter tarzından ve AB üyelik süreci ile demokratik reformları terk etmesinden şikâyet ettiğini belirtti. (Hükümetle Gülen Hareketi arasında) İlk çatlaklar Mavi Marmara krizi ile çıktı. Sayın Gülen’in tutumu çok netti. Türkiye’nin dış politikasında maceraya atılmaması, Batı’ya yönelimini sürdürmesi ve dış politika meselelerini diyalogla çözmesi gerektiğini hep söyledi.” beyanında bulunmuştur.

 

Bu sebeple, o emperyalist devletlerden, onların güdümündeki Türkiye’deki sermaye çevrelerinden ve kontrolleri altındaki küresel ve yerel medyadan destek aldıkları, bilgi ve belge akışı sağladıkları açık. Zaten kendileri de, o güçlerle işbirliği halinde, onların ileri teknolojilerini de kullanarak Türkiye’de yüz binlerce insanı dinlemek ahlaksızlığını gerçekleştirmiş bulunuyorlar.

 

Radyo Denge: ABD ve Batı önce AKP-Gülen koalisyonu olarak nitelendirdiğiniz hükümeti “Ilımlı İslam” olarak nitelendirip destekliyorlardı. Sadece Erdoğan’ın bahsettiğiniz kimi iç ve dış politika tercihleri sebebiyle mi bu tür operasyonlara başvurdular?

 

Pamak: Bir dönem Amerika’nın Ankara büyükelçiliğini yapan James F. Jeffrey’nin Washington Institute’de Soner Çağatay’la beraber kaleme aldığı bir raporda (Moderating Islamists: Turkey’s Lessons for Egypt- Ilımlı İslamcılık: Mısır için Türkiye’den Dersler) büyükelçi, “Ilımlı İslamcılık” istikametinde yönlendirmek istedikleri kesimlerin dışarıdan baskılar olmadan kendiliklerinden ılımlılaşmalarının mümkün olmadığının altını çiziyor. “İslamcı” olarak nitelendirdikleri partileri terbiye etme, ılımlı çizgide tutma yöntemi olarak da adeta kötek gösterilmesinin ve sürekli bir baskının altında tutulmaları gerektiğinin savunusunu yapıyor. (http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AkifEmre/darbe-destekli-toplum-muhendisligi/38731).

 

Nitekim Tayyip Erdoğan’ın ABD, İsrail ve AB ile temsil edilen Batıya ters düştüğü, ya da kırmızı çizgileri zorladığına inanılan her olaydan sonra, koalisyon ortağı Gülen hareketi üzerinden ve yerli diğer işbirlikçiler de birlikte seferber edilerek terbiye edici operasyonlara başvurulmuştur. Bunlar sırasıyla, Erdoğan’ın ABD ve İsrail’in karşı çıktığı güvendiği bir adamını MİT’in başına getirmesi üzerine, CIA – MOSAD’ın ülkemizde sahip kılındığı eski avantajlı konumlarını kaybetmeleri ve Kürt sorununun ABD ve AB’ye rağmen yerli bir inisiyatifle çözülmeye kalkışılması üzerine teşebbüs edilen MİT Müsteşarını ve Başbakanı hedef alan soruşturma operasyonu ile başlamıştır. Daha sonra Mavi Marmara saldırısı öncesi ve sonrasında İsrail’e söylem düzeyinde de kalsa sert çıkışların yapılması, Suriye ve Mısır’da halk ayaklanmaları sürecinde ve sonrasında İhvan’a destekçi tutumlar sergilenmesi, batı desteğinde yapılan zulüm ve katliamlara yüksek sesle itirazların gündemleştirilmesi, bütün bu konularda uluslararası kuruluşların sorgulanması, dünyanın çifte standartlarına dikkat çekilmesi ve bölgede ele geçirilen inisiyatifler kadar da olsa bağımsız politikalar geliştirilmeye teşebbüs edilmesi üzerine değişik olaylar köpürtülüp vesile kılınarak ardı ardına operasyonlar yapılmaktadır.

 

Küresel sistem bu tür ön kesici, yönlendirici baskıları, terbiye etme operasyonlarını, on yıllarca askeri vesayeti kullanarak ve darbe, muhtıra araçlarını, işbirlikçi, darbeci büyük sermayedarları ve onların kontrolündeki kartel medyasını seferber ederek gerçekleştiriyordu. Bu araçlardan TSK içindeki darbeciler kısmen pasifize edilmişse de, diğer eklentileri büyük çapta güçlerini ve operasyonel işlevselliklerini hâlâ korumaktadırlar. Ancak son yıllarda küresel sistemin Türkiye’yi yöneten kadroları terbiye amaçlı operasyonlarında, bunlara ilaveten kullanabilecekleri yeni bir enstrümanı daha öne sürmektedirler ki, bu Gülenist “bizim çocuklar”dır. AKP-Gülen koalisyonunda on yılda oldukça güçlenen bu kesim, küresel sitemle ve emperyalist güç odaklarıyla kurdukları ilişkiler sonucu, ister içlerine sızılarak, ister içlerinden bazıları devşirilerek kullanılması suretiyle olsun, isterse camia çıkarlarını kutsallaştırmaları sebebiyle, AKP’ye ders verme ve ele geçirdiği imkanlarını koruma refleksi sonucu söz konusu güçlerle çıkar birliktelikleri oluştuğu için olsun, kolayca Türkiye’ye yönelik terbiye operasyonlarının aracı olarak kullanılabilmektedirler. Üstelik bu kesim toplumda “dindar” olarak tanınmaları ve bugüne kadar birlikte hareket ettikleri muhafazakâr koalisyonun ortağı olmaları bakımından, önceki araçlara nazaran, toplumdaki tesir katsayısı daha yüksek bir araç olarak emperyalistlerin işine daha çok yaramaktadırlar. Ama maalesef, bu kesimin bugün emperyalist odaklarca operasyon aracı kullanılacak kadar devlet içinde, özellikle de yargı ve emniyette örgütlenmesini sağlayan ve bu duruma göz yuman da AKP olmuştur.

 

FARE DELİKLERİNDEN KALE FATHETMEYE GİDENLER, ÖNCE DEĞİŞİME UĞRADILAR, KOÇ BAŞLARIYLA SALDIRIYA GEÇİNCE DE KALEYİ ŞAŞIRDILAR

 

Radyo Denge: Peki neden şimdi saldırıya geçtiler, kendilerinin hem devlet içinde hem de dış güçler nezdinde çok güçlü mü gördüler?

 

Pamak: Hatırladığım kadarıyla 1988 yılıydı. Bir gün Fethullah Gülen’in selamıyla, ona yakın ilk halkada yer alan Abdullah Aymaz İstanbul büromda ziyaretime geldi. Bana Fethullah Gülen’in Zaman Gazetesinde tahsis edilecek bir köşede haftada iki yazı yazmamı teklif ettiğini kabul edersem memnun olacaklarını bildirdi. Daha önceki bir röportajımda açıkladığım üzere iki şartımı kabul etmeleri üzerine 1989 ortalarına kadar bir yıl kadar yazı yazdım. Hurafeci geleneksel “halk Müslümanlığı”ndan tevhidi imana doğru adım attığım ilk yıldı. Tam bu süreçte başörtüsü yasağının en azgın dönemi yaşanıyor ve meydanlarda, okullarda protesto eylemleri düzenleniyor. Ankaralı kız öğrencilerin direnişi organize eden öncülerinin toplanmalarına, organize olup kararlarını almalarına hizmet etmesi için benim Ankara büromun bir odasını onlara tahsis etmiştim. Bu sebepten direnişin tüm sıcaklığını ben de yaşıyor, kâh büromdaki toplantılarında istişari destek veriyor, kâh fiili destek için eylemlerine katılıyor, kâh eylemlerde gözaltına alınanların haberi bana ulaşınca emniyet birimleri nezdinde temaslar kurup kızlarımıza sahip çıkmaya, hukuklarını korumaya, zulüm görmelerine engel olmaya çalışıyordum. Yaklaşık 3 yıl süren bu mücadele sonrasında Mazlum-Der de yine benim bu büromda doğmuştu.

 

O süreçte Fethullah Gülen, bu protesto eylemlerine karşı çıkıyor, başörtüsünün “füruat” olduğunu iddia ederek “ilim için açılıp okula girilebileceğini” tavsiye ediyor, hatta eylemlere katılan çarşaflıların provokatör erkekler olduğunu söylüyor, sürekli direnişi kıracak açıklamalar yapıyordu. Ben de Zaman Gazetesinin bir yazarı olarak görüşüp uyarmak istedim. İkinci halkadaki bir kişiydi talebimi söylediğim kişi, bir gün sonra “Mehmet abi bir dilekçe yazman istendi” cevabını getirdi. Ben de “hem Resulün varisi olduğunu iddia edeceksiniz, hem de Gazetenizin bir yazarının görüşmesi için bile dilekçe vermesini isteyeceksiniz? Bunu ayıplıyorum, dilekçe yazmıyorum ve görüşmüyorum” dedim. Daha sonra Gazetedeki köşemde “Fare deliklerinden kale fethetmeye gidenleri biz anlamaya çalışıyoruz. Ama onlar da koç başlarıyla kale kapılarına saldıranlara saygı göstersinler” şeklinde özetlenebilecek bir yazı yazdım. Necip Fazıl Kısakürek’in bir ifadesi şöyleydi; “Fare deliklerinden kale fethetmeye gidenler başarılı olamazlar. Kaleleri fethedebilmek için koç başlarıyla kale kapılarına saldırmak lazımdır”. İşte bu söze atıfta bulunarak, “takiyye yapıp devlet içine sızma yöntemini takip edenlerin, hiç değilse risk alarak rejime karşı açık mücadele verenlere saygı göstermelidirler” diye de açmıştım.

 

Bu yazıdan sonraki günlerde umreye gitmiştim. Cemaatin hocaları bir gece beni Kabe yakınındaki bir otele davet ettiler, önde gelenlerin çoğu oradaydı. Önce beni cemaate girmek için ikna etmeye çalıştılar, ben de “Müslüman oldum yetmiyor mu, neden illa bir gruba da girmem gerekiyor” diyerek uzak durdum. Sonra hocalardan birisi, “Mehmet abi, son yazında bize vurmuşsun” dedi ve “bilmelisiniz ki, bizler şu anda binlerce koç başı yetiştiriyoruz, bir gün gelecek bu binlerce koş başıyla kale kapılarına saldıracağız. İnşallah o gün ‘ya devlet başa ya da kuzgun leşe’ olacak” dedi. Ben de “eğer bu kafa ile devam ederseniz, temenni etmem ama korkarım ki ‘kuzgun leşe’ olur” dedim.

 

Yine o süreçlerde devlet içinde kadrolaşmalarına hem şahid oldum, hem de ben de vesile oldum. Mesela o zamanın İçişleri Bakanı ile Yargı Bakanına bana verilen isimleri verdiğim ve bu isimlerden Yargı Bakanlığı Personel Daire Başkanlığına getirilen de, Emniyette Komiser yardımcılıklarına atananlar da olmuştur. Hatta bir gün bu camiaya ait bir Vakfın başkanı beni öğle yemeğine davet etti. Yemek Ankara Polis Kolejinin Müdür tarafından veriliyordu. Yemekte benim dışımda yargıdan, emniyetten üst bürokratlar vardı. Camianın kadrosundan olan Emniyet Genel Müdür Yardımcısı da vardı. Kolej Müdürünün adasındaki yemek sırasında bir ara Müdür bey bizi cam kenarına çağırdı. Cumartesi günü olduğu için bahçede bayrak töreni için toplanmış binlerce öğrenciyi göstererek “bunların dörtte üçü beş vakit namaz kılıyorlar” demişti. O gün “namaz kılan insanlar Allah’tan korkarlar, insanlara işkence ve zulüm yapmazlar, temel hakları ihlal etmezler” diye değerlendirmiş ve çok sevinmiştim. Aradan 3 yıl geçmişti ki, merhum Abdühamit Turgut kardeşim Ramazan ayında tutuklandı ve ağır işkenceler gördü. Serbest bırakıldığında söylediği şuydu “abi işkence yapanlar teravih namazı için ara verip gelince devam ediyorlardı”. İşte o zaman “eyvah, bir de namaz kılan işkencecilerimiz oldu” dedim.

 

Neyse zaman böylece ilerledi, biz onların işkencelerine karşı mücadeleyi sürdürürken onlar da Özal döneminde devlet kadrolarındaki yürüyüşlerini sürdürdüler. “Fare Deliklerinden Kale Fethetmeye” kalkanlar bu kanallarda değişime uğrayıp karşıtlarına benzediler, yaşadıkları gibi inanmaya başladılar. Gülen’in en yakınlarında bulunmuş kişiler bugün şöyle söylüyorlar; “başından beri DEVLETE SIZMAYI ilke edinmişti hareket! Bu amaçla başörtüsü çıkarılabilir, içki içilebilir, küpe takılabilir, kot giyilebilir, açık seçik kadın fotoğraflarının yer aldığı dergiler okunabilir, ateist arkadaşlıklar kurulabilir hatta dinle imanla ilgili sorulara kayıtsız kalınıp, yanlış cevaplar verilebilirdi!”. İşte böyle bir serüven sonunda karşıtlarına benzeyerek, değişime uğrayıp zalimlerine benzeyerek devletin birçok kadrosunda kıdem alan binlerce bürokrata sahip oldular. AKP döneminde ise, bu kıdemli bürokratlarını devletin bütün üst mevkilerine tayin ettirdiler, Erdoğan’dan her istediklerini aldılar, başta emniyet, yargı ve telekomünikasyon kuruluşları olmak üzere her yeri ele geçirdiler. Eğitim alanını da özeldeki güce ilaveten resmiyeti de ele geçirdiler. Soruların üretildiği yerleri de kontrol altına alıp, her imtihanda soruları çalıp biat yemini ve maaşlarından cemaate pay sözü alarak, yani ertelenmiş rüşvetlerle yandaşlarına dağıttılar ve böylece başkalarının haklarını yiyerek daha fazla kadrolaştılar.

 

Kanaatimce gelinen noktada kendilerini çok güçlü ve yeterli gördüler. Bu güç nereden kaynaklanıyordu? Öncelikle, ülkede kendilerinin emniyet ve yargı içindeki yaygın ve etkili örgütlenmeyle yeni bürokratik vesayeti ve derin devleti temsil ettiği ve gerekli gördüğünde siyasileri terbiye etme misyonunun artık kendilerinde olduğuna inanmış olmalarından kaynaklanıyordu. İkinci olarak da, daha güçlü küresel otoritenin, ABD, AB ve İsrail’in desteğinin arkalarında olduğuna, üstelik tasfiye edilmeyip yeni döneme aktarılmış bulunan muvazzaf derin kadroların, TÜSİAD’çı sermayedarların ve medyalarının, bunlara ilaveten CHP ve MHP gibi yedek eski statüko siyasi kadrolarının da yardımcıları olduklarını düşünmelerinden kaynaklanmaktadır.

 

İşte bu güç zehirlenmesi sonucunda, anlaşılan o ki, 25 yıl önce bana söyledikleri noktaya geldikleri kanaatine vardılar. Ve söyledikleri gibi bu “Binlerce Koç Başı ile Kale Kapılarına saldırıya geçtiler” ama, bir çok yanılgı söz konusuydu, çok büyük değişimler yaşanmıştı. Birincisi bu koç başlarının önemli bir kısmı devşirilmiş, fare yolarında takiyye ile ilerlerken değişime uğramış, onlar gibi yaşamak sonucu onlara benzemiş ya da kutsadığı cemaat çıkarları için küresel aktörlerce kullanılmaya müsait hale gelmişlerdi. Yani kale kapılarına saldırıya geçtiklerinde artık bu “binlerce koç başı” başkasının emellerine “hizmet” etmeye başlamıştı. İkinci olarak saldıracakları kaleye dair zihin kodları değişmişti. Bu sebeple saldırılacak kaleyi de şaşırmışlardı. Çünkü başlangıçtaki hazırlık safhasında kale Kemalist darbecilerin elindeydi ve hedef de oydu. Ama gelinen noktada artık kaleyi halkın seçtiği hükümet yönettiği halde saldırıya geçtiler ve hem de küresel emperyalist güçlerin desteğiyle, hatta saldırmak üzere hazırlık yaptıkları Kemalistlerle de işbirliği halinde halkın iradesine ipotek koymaya kalkıştılar. Yani Kemalistlerin kale kapılarına saldırmak için hazırladıklarını söyledikleri “binlerce koç başı” fare yollarında ilerlerken Kemalistler için kuzu başına dönüştüler. Ama bu sefer Kemalistler ve dış destekçiler onlara nüfuz ederek, “siz aslında koç başısınız, haydin saldırın halkın seçtiği hükümete” deyince coşup saldırıya geçtiler.

 

Radyo Denge : Bu güç ve hakimiyet mücadelesinde, kendilerine rakip olarak gördüklerini tasfiye için dinleyip şantaj yapıyorlar yada paralel emniyet ve yargıyla susturmaya çalışıyorlar. Peki tevhidi daveti temsil edenleri, doğrudan ve öncelikle iktidar ve rant kavgasında rakip olarak görmedikleri halde neden dinliyorlar, neden hedef alıyorlar? Bu kesimler şu anda güç olmadıkları için yakın bir tehlike olarak görmeseler de, uzun vadede tek ve sahici tehdit olarak algıladıkları için mi dinleyip hedef alıyorlar?

 

Pamak : Kanaatimce, bu çatışmalı noktaya gelmeden önce de, sonra da, yeni statükoyu oluşturanlar, tevhidi uyanış sürecinde sorumluluk üstlenip toplumu vahiyle inşa ve ıslah mücadelesi içinde olan şahsiyetleri, hem uzun vadede kendilerinin iktidar ve güç olmalarına ya da o konumda kalmalarına engel olacaklarını düşünüyorlar. Hem de Kur’an’a dayalı doğru İslam anlayışının yaygınlaşması halinde, kendi güçlerine dayanak yaptıkları şirk dininin, “Protestan-ılımlı İslam” anlayışının, vahye uygun olmadığı gerçeğinin anlaşılmasıyla, bu batıl dinin propagandasıyla kandırılmış kitlelerin uyanabileceği ve kendilerini terk edebileceği korkusunu taşımaktadırlar.

 

Mekke şirk sisteminde de, Türkiye Kemalist sisteminde de, bugün ortaya çıkan “Paralel Devlet” yapılanmalarında da, güç, iktidar ve rantı ele geçirmiş ya da bu tür bir mücadelenin içinde olan elitler, hep halk kitlelerini yanlarına çekmek, kendilerine iktidar ve rant sağlayan statükonun payandası olarak kullanmak için onları ikna etmede en etkili yol olan “Allah ile aldatma”yı ve Allah’ın dini adına oluşturdukları hak-batıl karşımı statüko dinini kullanmayı tercih etmişlerdir. Allah ise Kur’an’da “Ey insanlar, Allah’ın vaadi şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın. Aldatıcı (Şeytan) da sizi Allah ile aldatmasın” (Fatır 5 ), “Şeytan ve dostları olan aldatıcılar, Allah’ın affına, rahmetine güvendirerek sizi Allah ile aldatmasınlar” uyarısını yapmaktadır. Yani kimileri, insanları “Allah affeder” diyerek yaptıkları kötülükleri yapmaya teşvik ederler ya da münker ve batıl olan şeyleri maruf ve hakmış gibi göstererek, Allah’ın dinindenmiş gibi göstererek bunları yapmaya yönlendirirler. “… aslında kitaptan olmadığı halde, sizin kitaptan zannetmeniz için, okurken ağızlarını dillerini eğip bükerler. Bir şeyler söyleyip “Bu Allah tarafındandır” derler. Halbuki o, Allah tarafından değildir. Bile bile Allah adına yalan uydururlar” (Ali İmran 78). Böylece Allah’ın dininde olmayan şeyleri Allah’ın dininde varmış gibi göstererek meşrulaştırmaya, insanların bunları hakmış gibi zannetmesini sağlayarak, böylece insanları Allah’ın ismiyle ikna edip kandırarak bunları kabule ve yapmaya teşvik ederler.

 

Bu sebeple, bugün gündemde olan son iktidar paylaşımı kavgasında da, çatışan iki taraf da aynı zamanda kendilerinin dine hizmet ettiklerinin ve daha doğru bir din algısının temsilcisi olduklarının mesajını da vermeye çalışıyorlar. Birbirlerini dini ölçülere aykırı davranmakla suçluyorlar. İşte iktidar eksenli bir hayat tasavvuru içinde öncelikle kendi güç ve iktidarlarını sağlamak ve korumak için kitle desteğine ihtiyaç duyanlar, bu kitleleri daima din adına kandırıp yanlarına çektikleri için, Kur’an merkezli doğru/hak din mesajının yaygınlaşmasından asla razı olmazlar. Çünkü Hak dinin ölçüleri, tevhidi imanın hakikatleri yaygınlaşınca, kendilerine iktidar, güç ve rant sağlayan statükonun dayandığı atalar dininin hak din olmadığı gerçeğinin ortaya çıkmasıyla, statükonun çökmesi ve böylece ele geçirdikleri statü, itibar, güç ve rantı kaybedecekleri korkusu taşımaktadırlar. Bu sebeple de, söz konusu tevhidi mesajın topluma ulaştırılması çabası içinde olanlardan da rahatsız olup, onları hedef yaparlar, dinleme ve takiple, soruşturma ve baskılarla susturmaya, seslerini kesmeye, sindirip engellemeye çalışırlar.

 

Radyo Denge: Peki bu kadar pislik ortaya çıkmasına, vahiyle bağdaşmayan bunca kirli davranış ortalığa serilmesine rağmen taraftarlarının hâlâ büyük çoğunlukla arkalarından gitmesinin sebebi nedir?

 

Pamak: Daha önce ifade etmiştim, Resulullah (s) aldığı vahyin mesajını yaymaya başladığında, tevhide davete teşebbüs ettiğinde, Mekke statükosundan iktidar ve rant devşiren liderler ne yapmışlardı? Kendi güç ve rantlarını korumak için oluşturdukları “Atalar Dini”ni İbrahim (as)’a nispet ederek, Hak din olduğunu iddia ederek aldattıkları, beyinlerini yıkayıp zihinlerini işgal ettikleri ve bağımsız düşünme imkanından mahrum hale getirdikleri mustaz’af kitleleri; “Atalarınızın Dinine sahip çıkın, bu adam dininizi değiştirmek, ilahlarınızı kötülemek ve tek ilah haline getirmek istiyor, haydi bu saptırıcıya karşı direnin” diye direnişe, mücadeleye çağırmışlardı.

 

Bugün de aynı şekilde davranılıyor. Ne yaparlarsa yapsınlar, inançları bozuk, tüm hayatları haramlarla iç içe bile olsa, sadece bu cemaatin içinde olup liderine kör bir itaat içinde bulunmakla kurtulacaklarına, yaptıkları bütün kötülüklere rağmen Allah’ın rahmetinin kendilerinin üzerinde olacağına, zaten yaptıkları bütün haram amelleri de (haşa) Resulullah’ın (s) onayıyla yaptıklarına inandırılarak “Allah ile aldatılmış” bulunuyorlar. İşte zihinlerini işgal edip, ruhlarını esir alıp bağımsız düşünemez hale getirdikleri Allah ile aldatılmış kitleleri, bu hak-batıl karşımı dini Allah’a ve Resulüne nispet ederek, bu dine ve dinin mensuplarına, liderlerine, kadrolarına sahip çıkıp, kendilerini eleştirenlere karşı direnmeye, bu dine sahip çıkmaya çağırıyorlar. Aslında ise, kendilerine güç ve rant sağlayan statükoya sahip çıkmaya, dinlerine ve üzerinde yükselen statükoya, kazanımlarına zarar vereceğine inandıkları karşı tarafa yönelik mücadeleye çağırıyorlar. “Allah’ın seçilmiş kulları, adanmış ruhlar, yüce davanın insanları, İslam’a ve Müslümanlara olmadığı kesin olan ‘yüce hizmet’in mensupları” oldukları safsatasıyla zihinleri işgal edilmiş, ruhları esir alınmış, bu sebeple de bağımsız düşünemeyen, vahyin ölçülerinden de habersiz olan kitleler, kendilerine adalet ve şeref getirecek olan tevhid dinine sırtlarını dönerek, bu yanlış anlayışların peşinden sürükleniyorlar.

 

İKİ TARAFIN BİRBİRİ İÇİN SÖYLEDİKLERİNİN KÜÇÜK BİR KISMI BİLE DOĞRU OLSA, BÜYÜK BİR ÇÜRÜME VE YOZLAŞMAYA DELALET EDER

 

Radyo Denge: On yıldır birlikte yürüdükleri halde bugün içine sürüklendikleri bu çatışma ortamında, her iki tarafın birbiri hakkında medyaya ve meydanlara taşıdıkları bilgi ve belgeler sizce ne ifade ediyor ve nasıl bir sonuç doğuruyor?

 

Pamak: Bence, iki tarafın birbiri hakkında ortalığa döktükleri bilgi ve belgelerin % 10’u bile doğru olsa çok önemli bir yozlaşmanın, adaletsizliğin, çürümenin ve ahlaksızlığın söz konusu olduğunu gösterir. Üstelik, takip ederek fark ettiğimiz ya da toplum içindeki yaşantımızla da haberdar olduğumuz üzere, hepimiz biliyoruz ki bunlar çok daha fazla oranda doğruluk payı olan hususlardır. İki taraf da, Allah’ın tevhid dininin hak mesajını tahrif eden sekülerleşme çabalarında müttefik oldukları halde, iktidar paylaşımı savaşında birbirlerine ağır ifadelerle saldırıyorlar. Tabii bunu yaparken, yanlış din anlayışları yüzünden ahlaki değerler alanında da yozlaşma yaşadıkları ve seküler bir çok kirliliği üzerlerinde taşıdıkları için, birbirlerine yönelik ağır ve belki de hak etmedikleri isnatlarda da kolayca bulunabilmektedirler. Bu sebeple, devletin bürokratik kadrolarını ele geçirmiş, dinleme, istihbarat imkanı fazla olan ve dış destek alan Gülen tarafı bu konuda çok daha avantajlı olduğu için, bu tarafın saldırı, karalama ve iftiraları daha fazla olmaktadır. İddia ettikleri “yolsuzluklar” konusunda bile (ki bizce de bunlar değilse bile bir çok yolsuzluk söz konusu olabilir) güvenilir pozisyonda değildirler. Bundan dolayı bunların iddialarına dayanarak suçlamada bulunmak isabetli olmayabilir.

 

Tabii ki, insanları çıkar eksenli bir konuma oturtan seküler sistem içinde, kapitalist piyasa ekonomisi vahşi sömürü kuralları şartlarında ve “ekonominin dini imanı yoktur” anlayışının hakim olduğu yönetimde “yolsuzluk ve sömürü” kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu sebeple cari sistemde, kişisel çıkarların daha fazla belirleyici olduğu bir siyaset anlayışı içinde hiç parti iktidarı yolsuzluktan beri olmamıştır. Belki de, yolsuzluğu en az olanlar, bireysel hayatlarında da olsa dini kimi ibadetleri yapma gayreti içinde oldukları ve hesap bilincini tamamen yitirmedikleri için Erbakan ve Erdoğan hükümeti gibi hükümetlerdir. Hatta bunların bile en fazla yolsuzluğa bulaşanları, içlerindeki sağcı ve solcu seküler anlayışlar hayatlarını tamamen kuşatan kesimler olabilir. Tabii ki, “dindar” görünenlerin de farklı gerekçelerle yolsuzluğa bulaşmaları mümkündür ve vardır.

 

Ancak bugün, bu “yolsuzluk” yaygarasını koparanların kimler olduğu da dikkate alınmalıdır. Öncelikle Gülenist gurup gerek ağlayıp dini kullanarak halktan topladıkları, gerek dinlemelerden elde ettikleri bilgileri şantaj unsuru olarak kullanarak iş adamlarının vermeye mecbur bırakıldıkları iddia edilen paraları, gerekse başka yollarla elde ettikleri on milyarlarca doları bulan kaynakları hangi kayıtlar altında tuttuklarının, nerelere ve hangi kayıtlarla harcadıklarının, üstelik Gülen’in örtülü ödeneğine ayrıldığı söylenen %15’in nerelere harcandığının, ABD siyasi partilerinin ve FBI’ın bile bundan payını aldığı ile ilgili iddiaların hesabını vermelidirler.

 

Diğer taraftan, Gülenistlerin “yolsuzluk” yaygarasına en çok destek veren CHP, MHP ve TÜSİAD’çı sermayedarlar, Gülenistlerin müttefikleri olan Koç ve Aydın Doğan, 90 yıldır bu ülkenin kaynaklarını nasıl talan ettiklerinin, halkı nasıl sömürdüklerinin, sadece 28 Şubat sürecinde bu ülkenin 100 milyar dolarının nasıl hiç edildiğinin hesabını vermelidirler. CHP-DYP ve DSP-MHP iktidarları süresince çalınan, çarçur edilen, mafyaya peşkeş çekilen kaynaları yüz milyarlarca dolar tutmaktadır. Bu hortumlama süreçlerinde Genel Müdür olan Kılıçdaroğlu’nun kendi konumunu ve Başbakan yardımcısı olan Bahçeli’nin de bir Bakanının yolsuzluktan dolayı yargılanmasını hatırlayarak, bugün başka amaçlarla “yolsuzluk” iddiasında bulunurken yüzlerinin kızarması gerekmez mi?

 

Bu tıpkı şuna benziyor; Gezi Parkında bir kaç ağacın yerinin değiştirilmesini bahane ederek, küçük bir çevrecilik olayını büyütüp ülke çapında kalkışmaya dönüştüren CHP-MHP ve her zamanki yandaşları zihniyet kardeşleri KOÇ ve benzeri TÜSİAD’çı sermayedarların, kendi zihniyetlerinin on yıllardır Kürdistan bölgesinin on binlerce ağaçlık ormanları, içlerindeki köyleri ve hayvanlarıyla birlikte, bile bile asker tarafından cayır cayır yakılırken destek olmuşlar, askere övgüler yağdırmışlardı. Aynı şekilde kendilerine villalar yaparken ya da KOÇ Üniversitesini inşa ederken binlerce ağaçlık ormanları kestiklerinde tüm laikler, kapitalistler ve Gezi’de birlikte oldukları tüm ahmak sol, sağ ve liberal kesimler utanmazca bir sessizliğe bürünmüşlerdi. Tüm bu kesimlerin aslında en büyük orman katili kendileri oldukları halde, bir kaç ağaç için Gezi’de attıkları “ağaç sevgisi” çığlıkları, nasıl olayı başka bir amaç için kullanmak ve istismar etmek için atılmışsa; aynı kesimlerin temsil ettiği zihniyet, 90 yılda halkın triyon dolarlarını talan ettiği halde içlerinden bu büyük vurguna bir tek itiraz çıkmamışken, bugün çok daha cüz’i “yolsuzluk” iddialarını bu kesimlerin köpürtmeleri de aynı şekilde, konuyu başka bir amaç için istismardan ibarettir. Gülenist çevrenin geçmişte İslam şeriatı ve Müslüman halkla hep savaşmış, temel haklarımızı yok etmiş olan ve bugün ellerine fırsat geçtiğinde aynısını yapacaklarına şüphe olmayan bu CHP-TÜSİAD zihniyetiyle bütünleşmesi tam da Gülenist Siyonizmle örtüşen bir tutumdur. Üstelik CHP’nin kimi adaylarının tespitinin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Amerika ziyaretinde malum çevrelerle ve Gülen ekibiyle yapılan görüşmeler sonrası yapılmış olması da ibret verici ilişkiler ağını ortaya koymaktadır. Bu kadar bariz bir sapmayı göremeyen taraftarlarının hali ise, önderini ilahlaştıran zihniyetin kör itaatle sonuçlanan perişanlığını göstermektedir.

 

Dolayısıyla bizler, bu laik sistem içinde sekülerleşme projesine “hizmet” sunan tarafların, kapitalistçe bir üretim ve kazanç hırsı ile azgın dünyevileşmiş bir tüketim kültürüyle bütünleşmiş hayatlarında bir çok çürüme ve yozlaşmayı yaşadıkları gerçeğini görmek, bu yüzden de bir çok kirliliğe bulaşmış olabileceklerini peşinen kabul etmek ve bu gidişatı ilkesel olarak eleştirip uyarmak durumunda olmalıyız. Ama somut delilleri görmedikçe, düşmanlaşan tarafların birbirlerine yaptıkları ispat edilememiş suçlamaları da hemen doğru kabul etmeyen bir adaleti temsil etmeliyiz. Ayrıca, çatışan veya çatıştırılan bu iki taraf üzerinden aslında İslam’la hesaplaşmak ve İslam’a, Müslümanlara zarar vermek isteyen yerel ve küresel İslam düşmanlarının oyunlarını da görüp ifşa ederek, İslam ile hesaplaşmak isteyenlerin bunu söz konusu laik taraflar üzerinden değil, doğrudan açık İslami kimlikli kesimle yüzleşmeleri gerektiğini haykırmalıyız. Sistem içi sentezci laik kesimler üzerinden, İslam’a zarar vermek isteyen bu hamleyi yapmalarının ahlaksızlık ve korkaklık olduğunu, gerçek İslam ile yüzleşmeye cesaretlerinin olmadığını, çünkü bizimle tartışmak için fikirlerine güvenlerinin bulunmadığını ifade edip, yürekleri yetiyorsa seküler ideolojilerine, modellerine güvenleri varsa doğrudan bizleri muhatap almaları gerektiğini haykıran ve oyunu bozan itirazlar yükseltmeliyiz.

 

ÇATIŞAN TARAFLAR HAK ETMEDİKLERİ HALDE İSLAM’A NİSPET EDİLDİĞİ İÇİN BU SÜREÇTE İSLAM VE MÜSLÜMANLAR DA ZARAR GÖRÜYOR

 

Radyo Denge: Neticede iki taraf da halk gözünde İslami olarak görüldüğü için bu çatışmadan İslam da zarar görmüyor mu? Bu iki tarafın bu şekilde ölçüsüzce birbirlerine saldırmaları ve tabiri caizse tüm kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye çalışmaları İslam ve Müslümanlar zaviyesinden nasıl değerlendirilmeli?

 

Pamak: Maalesef her iki taraf da sürekli İslami kimliğe ve şiarlara vurgu yaparak konuştukları ve daha önce de bilmeyen kesimler gözünde bireysel kimlikleri sebebiyle Müslüman olarak tanındıkları için iki taraf da İslami olarak nitelenmektedir. Bu sebeple aralarındaki çatışmada birbirleriyle ilgili olarak ortaya koydukları her şey, bilmeyen insanların nezdinde İslam’a da fatura edilip, İslam’ın da zarar görmesine yol açıyor. Üstelik bu çatışma sürecinde, iki tarafın taraftarlarını ancak Allah’ın dini üzerinden ikna edip (sürekli tekrarlanan “Allah bizimledir” vurgusuyla Allah ile aldatarak) yanlarında tutabileceklerine ve karşı tarafı da ancak İslami ölçülere aykırı olmakla suçlayarak yıpratabileceklerine inandıkları için, bu süreçte dini argümanları daha çok kullanarak konuşuyorlar ve birbirlerini dinden sapmakla suçluyorlar. Bu sebeple de, İslam’a verdikleri zarar katlanarak artıyor, çünkü bilmeyen insanlar “bunlar ne büyük pisliklere, yolsuzluklara, ahlaksızlılara bulaşmışlar, bu nasıl din?” diyerek faturayı İslam’a kesmek konusunda oldukça cüretkar davranabiliyorlar. Hatta tevhidi uyanış sürecinden gelmiş ya da kıyısından bu sürece bulaşmış kimi “İslamcı” yazarlar bile, iki tarafın bu çirkefliğinden kalkarak, “aman İslami bir devlet olmasın, Müslümanlar birbirlerine yapmadıklarını bırakmazlar, bu yüzden laikliğin kıymetini bilelim” gibi utanmazca çıkarımlar yapabildiler. Yani laiklikle İslam’ı sentez peşinde koşan sekülerleşmiş bir parti ve cemaatin, laik sistem içinde bulaştıkları pisliklerin, adaletsizliklerin, ahlaksızlıkların faturasını, bugün uygulamaya yön vermeyen İslam’i sisteme keserek, çarpık bir okumayla yine laikliğe prim çıkarabilmek hangi mantıkla yada mantıksızlıkla mümkün anlamak zor doğrusu.

 

Evet dini vurgu ve söylemlerin yoğun biçimde meydanlarda ve medyada uçuştuğu bu süreçte bir taraf diğer tarafı Firavunlaşmakla, Karunlaşmakla suçlamakta, evleri dolaşan ablaları vasıtasıyla AKP öncülerini İslam dışına çıkmakta nitelendirmektedirler. Diğer taraf da İblis gibi Allah’a isyan etmekle, alim olmamakla, Allah’ın şeriatının tesettür hükmünü “füruat” olarak niteleyip kızlara başını açtırmakla, Peygamber’i cemaat çıkarları için istismar etmekle suçluyor. Düşünebiliyor musunuz, “laiklik İslam ile bağdaşır, ekonominin dini imanı olmaz, kamu alanı bütün dinlere eşit uzaklıkta olmalıdır” diyen Tayyip Erdoğan bir meydan konuşmasında rakibini alt etmek için İslam’ı istismar eden üslubunu öyle bir noktaya taşıdı ki, Gülen’in İslam’a aykırı fetvalarını hedef alırken “Allah’ın hükmünün üstünde hüküm yoktur” bile diyebildi. Böylece yeni bir kapatma davası açılırsa oldukça kullanışlı bir delili de rakiplerine vermiş oldu. Tabii ki, bu ifadenin Erdoğan’ca tefsiri yapılıp, bireysel ibadetler alanında bu böyledir demiş olduğu söylenebilir.

 

Erdoğan bir taraftan İslam vurgusunu arttırmakta, bir taraftan da önce ümmet vurgusu bağlamında gündeme getirdiği “Rabia” işaretini bile, kendi siyasetinin basit devletçi söylemine payanda olarak kullanmaktadır. Bu işaretin “tek millet, tek devlet, tek bayrak ve tek vatan” anlamına geldiğini söyleyerek, bayrak ve vatan konusunda epey kan edebiyatı yapmaktan da çekinmemektedir. Bir de sürekli sanki bir ayetmiş gibi kutsallaştırarak tekrarladığı Yunus Emre’ye ait olduğu söylenen bir söz var; “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü”. Bu sözü her tekrarladığında hep bir hatıram gelir aklıma. 1990 yıllarının başıydı, Meclisteki RP grubundaki grup sekreteri pozisyonda görevli bir arkadaşın yanında oturuyordum. Bülent Arınç da dahil bir grup RP milletvekili de geldiler ve birlikte sohbet ediyorduk. İçlerinden birisi söz sırası gelince, “biz yaratılanı severiz yaratandan ötürü” dedi ve herkes (bugün Edroğan söyledikçe yaptıkları gibi) sanki bir ayetmiş gibi sustu ve tasvip etti. Dayanamadım ve içimi çekerek “elhamdülillah bizler de her yaratılanı sevmeyiz yine yaratandan ötürü” deyiverdim. Hepsi sanki bir ayete karşı çıkıyormuşum gibi hayretle bakıştılar ve ben Mücadele suresi 22. ayeti okuyuverdim: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun; babaları, oğulları, kardeşleri veya yakınları dahi olsa, Allah’a ve Elçisine muhalefet eden kimseler için bir sevgi beslediklerini göremezsin….”. Bunun üzerine sustular.

 

Şunu söylemek istiyorum, bu sıraladığım sebeplerle, yani İslami görünme gayreti ve karşı tarafı İslam üzerinden vurma söylemi sonucunda iki tarafın savaşında, bilmeyen kitleler gözünde İslam ve Müslümanlar yıpranmaktadır. Kavgada sürekli İslam’ı kalkan yapmaları da bu zararı katlayan bir unsur olmaktadır. Aslında bu zararın karesini sağlayan ise tevhidi uyanış süreci öncülerinin büyük ekseriyetinin edilgen ya da tarafgir tutumlar içine girip taraflardan birinde yer alma ilkesizliğidir. Halbuki, medyada sesini duyurabilecek, bağımsız İslami kimlikle adil şahidlik mesajını kitlelere ulaştırabilecek güçlü bir İslami yapı son on yılda ortaya çıkarılsaydı, (ki bu mümkündü ama malum sebeplerle bu fırsat heba edildi), o takdirde bu yapı açıkça gidişata müdahale eder ve Hakkı ortaya koyardı. Bu iki tarafında İslam’ temsil etmediklerini, hatta iki tarafın birbirleriyle ilgili olarak söyledikleri “sapma” eleştirisinin ikisi için de doğru olduğunu, tarafların kendileri için değil de birbirleriyle ilgili olarak söyledikleri bu tür tespitlerin haklı ve doğru tespitler oluğunu, iki tarafın da laiklik, demokrasi ve kapitalizmle İslam’ı sentez ederek İslam akıdesinden sapmayı temsil ettiklerini, birbirleriyle ilgili olarak ortaya çıkardıkları yolsuzluk ve dinlemeye, şantaja dair tüm ahlaksızlıkların kaynağının da İslam değil işte bu seküler zihniyetleri olduğunu” açıklayarak, insanlığını kurtuluşunun, adalete ve huzura kavuşmasının yolunun İslam odluğunu ortaya koyardı. Böylece gidişat İslam’a ve Müslümanlara zarar yerine rahmete dönüşürdü. Çaresizlik içindeki kitleler iki taraftan da uzaklaşarak İslami alternatifin yoluna yönelirdi.

 

Bildiğiniz üzere, buna benzer bir olay 1990’lı yıllarda Necmettin Erbakan ile Esat Efendi arasındaki çatışma sürecinde yaşanmıştı. Bu ikisi arasında yaşanan da yine bir güç ve rant kavgasıydı. Onlar da birbirlerini dini argümanlarla ağır eleştirilere tabi tutuyorlardı. Yine bir çok kasetler ortalığa çıkmıştı. Bunlardan birisinde, Esad Efendi, birlikte çıktıkları bu yolda artık Erbakan’ın cemaati dikkate almadığını, kendi kafasına göre hareket ettiğini, Almanya’dan gelen bavullarla marklara el koyduğunu ve cemaate vermediğini” vb suçlamaları yapıyordu. O zaman bu çatışma “Milli Gençli Vakıfları”nda ve “Hak Yol Vakfı” çevresinde toplanan taraflara bağlı iyi niyetli gençlerin en azından bazılarının, olayın nasıl bir güç ve rant kavgasına dönüşmüş olduğu gerçeğini görüp uyanmalarına yol açtı. O süreçte gücü az da olsa henüz bağımsız İslami kimliğini koruyan bir tevhidi kesim söz konusu olduğu için bu kesimle buluşup tevhidi bilince ulaşanlar da oldu. Eğer bugün de, tevhidi uyanış süreci bakıyesi kesimler bağımsız İslami kimlikli güçlü bir yapı ortaya çıkarıp bahsettiğim adil duruşu ve hak olan mesajı kitlelere gösterebilselerdi, iki tarafın da haklı ve haksız yanlarını ortaya koyabilselerdi, bir tarafa eklemlenmek yerine çatışan tarafların İslam’ı temsil etmediğine şahidlik yapabilselerdi, zayıf da olsalar hiç değilse 1990’lı yıllardaki kadar bile bağımsız kalabilselerdi, hem iki tarafın yanlışlarının faturası İslam’a kesilmeyecek, hem de iki tarafın kirliliği taraflarca ortaya kondukça uyananlar İslam’a koşacaktı.

 

Ama maalesef bu süreç, tevhidi kesimin bağımsız İslami kimlikli örnek bir yapıyı ortaya çıkarıp bunlardan farklı olduğunu, temizliği, dürüstlüğü, adaleti ve İslami ahlakı ve kimliği temsil ettiğini ortaya koymak yerine iktidar politikaları üzerinden sisteme eklemlenmesi sebebiyle, Müslümanların temsilcisi olarak tanınan AKP-Gülen koalisyonunun taraflarının hak etmedikleri ve öyle olmadıkları halde İslam’ı temsil ettiği kanaati bilmeyenler gözünde kesinleşti. Hatta bu süreçteki kirlenme ve AKP liderinin giderek İslami şiarları çok daha fazla kullanması sebebiyle kimi tevhidi kesimlerde de daha bir yerleşti.

 

BU SÜREÇTE İSLAM’IN ZARAR GÖRMESİNİN EN BÜYÜK VEBALİ İLKESİZ TEVHİDİ UYANIŞ SÜRECİ ÖNCÜLERİNİN ÜZERİNDEDİR

 

Radyo Denge: Peki, Tevhidi uyanış süreci öbekleri bu çatışmada nasıl bir konum aldılar? Ne yapmalıydılar?

 

Pamak: Eğer Müslümanlar 11 yıllık AKP dönemini, yani görece özgürlük ortamını iyi değerlendirip bağımsız İslami kimlikli bir temsil ortaya koyabilselerdi, AKP dönemi çok işimize yarayabilirdi. Ama maalesef bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapıyı, bir Kur’an toplumu nüvesini, Kur’an nesli şurasını oluşturması gerekenler, referandumdan başlayarak büyük çapta AKP politikalarına eklemlendiler. Tevhidi uyanış süreci öncüleri, önce sistem içi değişim sürecinde, eski daha zalim ve İslam düşmanı eski Kemalist statükoya karşı, görece daha özgürlükçü yeni statükonun safında yer alıp, sistem içinde taraf oldular. Bugün de yeni statükoyu oluşturan taraflar çatışınca, yine bağımsız bir tutum sergileyemeyerek bu sefer de AKP safında yer alıp, sistem içi demokratikleşmeyle sağladıkları kazanımlarını koruma refleksiyle yine taraf oldular. Bu amaçla bildiriler, makaleler yayınladılar.

 

Tabii ki AKP’ye yönelik, daha doğrusu halkın iradesinin kaderi üzerinde söz sahibi olmasını engellemeye yönelik darbeci zorbalıklar söz konusu olduğunda, biz Müslümanlar adil şahidler olmak vasfımız gereği buna da karşı çıkarız. Halka yönelik zorbalığı protesto eder, Allah’ın toplumların kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarını isteyen sosyal yasasının işlemesini ve halkın iradesinin serbestçe tecelli ederek siyasi yönetimini özgürce belirlemesini ve hiçbir zorbanın halkların layık oldukları yönetimle yönetilmesine engel olmamasını isteriz. Ama Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen ve tevhidi akîdeye sahip olmayan yöneticiler, sistem içinde görece olarak ne kadar olumlu işler yaparlarsa yapsınlar, onların taraftarı ve destekçisi konumuna da gelemeyiz, onlara eklemlenemeyiz.

 

Üstelik bugün yaygın olan tutum, duygusallıklarla savrulmak ve sistem içi siyasete eklemlenmek olunca bu konuda çok daha titiz olmak ve küresel emperyalistlerin operasyonlarına, darbecilere ve onlara alet olan derin cemaate karşı tavır koysak, onları burada yaptığımız gibi topluma tanıtarak ağır eleştirilere tabi tutsak da; aynı zamanda operasyona muhatap kılınan hükümetin İslam’a zarar veren, adaletsizlik, sömürü, yolsuzluk ve yozlaşma üreten seküler yasalarına, sistemine ve eğitim ve kültür politikalarına, neo-liberal kapitalist ekonomi politikalarına da eleştirilerimizi sürdürmek ve ondan da beri olduğumuzu vurgulamak zorundayız.

 

Buna rağmen tevhidi uyanış süreci öncülerinden çoğu, medyada büyük ilanlar yayınlayarak, basın açıklamaları yaparak, dergilerinin sayfalarını iki tarafı mü’min kardeşler olarak niteleyip, “çatışan iki mü’min taifenin arasının bulunmasına” dair ayetleri yanlış yerde kullanan makaleler yazarak ya da internet sitelerinde bir tarafın laik parti ama öncülerinin bireysel olarak Müslüman olduklarını, ikinci tarafın ise İslami bir cemaat olduğunu söyleyen açıklamalar yaparak, bu iki İslam dışı taifenin İslam’ı temsil ettikleri imajını güçlendiren tutumlar takınarak, İslam’a ve Müslümanlara verilen zararı arttırıcı bir rol oynamışlardı.

 

Halbuki, laiklik ve kapitalizmle İslam’ı uzlaştırma, sekülerleşme / protestanlaşma hedefine birliket hizmet eden bu tarafların, birbirleriyle iktidar ve rant çatışmasına girdikten sonra bunların birbirleri hakkında söyledikleri sözlerle, ortaya çıkardıklarını iddia ettikleri bilgi ve belgeleri medyada paylaşarak oluşturdukları imajla, kirli, yolsuzluklara bulanmış ve amacı için her şeyi yapacak kadar gözü dönmüş, iftiracı, yalancı ve her türlü ahlaksızlığa bulaşmış oldukları bizzat kendilerince ortaya konmaktadır. Üstelik bu iki taraf da bugün birbiri için meydanlara ve medyaya taşıdıkları her şeyi eskiden de biliyorlardı. Üstelik bizler yıllardır bu konuları eleştiren paneller yapıyor, makaleler yazarak ifşa ediyoruz. Zaten kendileri de cüretkarca bütün yayın organlarında bunları yıllardır açıkça yayınlıyorlar. Ama çıkar çatışmasına girmedikleri sürece, birbirlerinin sapmalarına ses çıkarmıyor, olumlu görüyorlardı. Mesela Gülen’in başörtüsü için “füruat” dediği, darbecilerle zelil ilişkiler kurduğu, ABD ve İsrail ile ittifak kurduğu, Olimpiyatlarda yediği herzeler, yanlışlarına sürekli Peygamber’in onayını aldığı safsatasını, rüyalarla amel ettikleri sapmasını Erdoğan ve AKP yandaşı yazarlar daha önceden bilmiyorlar mıydı? Tabii ki herkes gibi onlar da biliyorlardı. Ama çıkar birlikteliği içinde aynı hedefe yürüyorlardı. Üstelik Erdoğan bütün bu sapmalarını o zamanda bildiği halde, sonradan “ne istediler de vermedik” diyeceği desteği veriyordu. Bu sebeple, bugün bunları yeni duyuyorlarmış gibi kampanya açmaları ahlaki bir duruş değildir. Aynı ahlakilikten uzak duruş, Gülen kadrosu için de AKP hakkında bildikleriyle ilgili olarak geçerlidir.

 

Bütün bunlar, bahsettiğim sebeplerle İslam’a ve Müslümanlara zarar vermeye devam ediyor. Tevhidi kesimin buna rağmen bağımsız bir örneklik ortaya koyamaması ve İslam’ı kendilerinin temsil ettiğinin belirginleşmesini sağlayamaması yüzünden, bu süreçte artık ülke ve bölge halklarının gözünde İslam’ın ve Müslümanların yıpranması, tükenmesi ve alternatif olmaktan çıkmaları tehlikesi oluşmaktadır. Bu yüzden, ülke ve bölge için İslami sistem umut olmaktan çıkarılmaya doğru sürüklenilmektedir. Bunun vebali sistem içi iktidarlara eklenmek yerine bağımsız İslami kimlikli yapı oluşturup muhalif bir konum belirlememiş ve vahye şahidlik/örneklik sorumluluklarını kuşanarak model ve umut üretememiş olan tevhidi uyanış süreci öncülerinin üzerindedir.

 

NOT: 4. Bölümde, inşallah tevhidi uyanış süreci öncülerinin bu çatışma sürecindeki tutumlarını somut bazı örnekler üzerinden konuşmayı sürdüreceğiz.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?