” AKP-Gülen Koalisyonundan da Baskı Gördük”.
“Gülenist ‘Türk Siyonizmi’ İslam Değildir”.
İSLAMİ KİMLİĞE VE KÜRT ETNİK KİMLİĞİNE YÖNELİK BASKI, YASAK VE ZULÜMLERE KARŞI NİTELİKLİ MÜCADELELER VERDİK
Radyo Denge: Müsaadenizle yeni statüko dönemine geçmeden önce eskisiyle ilgili bir hususun altını çizmek istiyorum. Anlattığınız bu uzun süreçte, Kemalist askeri vesayet döneminde ideolojik seküler sistemin ötekileştirip düşmanlaştırdığı iki kesime yapılan, İslami kimlik ve İslam şeriatıyla, Kürt etnik kimliği, ana dili ve kültürüne yönelik inkâr, asimilasyon başta olmak üzere, çok boyutlu zulümleri ifşa edip eleştirerek, İslami çözümü öneren çalışmalar yaptınız. Galiba sistemi en çok rahatsız eden de bu husus oldu. Ne dersiniz?
Pamak: Doğru bir tespit bu. Evet, Türkiye’de kurulan sistem, ilk icraat olarak İslam şeriatını tehdit ve düşman konumuna oturtup, ümmet bilincini dışlayarak ve hilafeti kaldırarak, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslami kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve düşman algısında 1. sıraya oturtuldu. Evet böylece, İslam şeriatı ve ümmet bilinci “irtica” olarak yaftalanıp, bu ortak değerlerin kaldırılması sonucunda da, İslam’dan boşaltılan ortak üst kimlik alanını doldurmak amacıyla Türk ulusalcılığına dayalı resmi din olan Kemalizmin İslam düşmanı laiklik anlayışıyla Batının seküler değerleri kutsallaştırılıp, bu resmi ideoloji bütün halklara bütün hayat alanlarında dayatıldı. Daha sonra bu tercihin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk ulusalcısı resmi ideoloji önünde engel görülen Kürt etnik kimliği, Kürt anadili de ötekileştirilip, düşman ve tehdit algısının 2. sırasına yerleştirildi. Çünkü aynı resmi dinin yani “ulusalcı laik Kemalizm”in diğer temel ayağı ise Türkçülük olduğu ve bütün kavimleri eşdeğer saygıdeğer konumda gören, adaletle kucaklayıp kardeşleştiren İslam ve ümmet bilinci dışlandığı için Kürt etnik kimliği de İslami kimlik gibi ötekileştirilip dışlanmış ve aynı inkârcı asimilasyoncu politikalara muhatap kılınmıştır.
Sonuçta, sistemin ömrü sürekli bu iki kimlikten oluşturulan “iç düşman”a karşı savaşmakla ve bu savaş ortamında üretilen sorunlarla boğuşmakla geçti. Zaman içinde konjonktürel düşmanlar (Komünizm gibi) icad edilse de, ilk iki “düşman”a karşı teyakkuz hali ve çatışma süreklilik arz etti. Bu sebeple, sisteme ve devlete egemen oligarşi, kendisine iktidar, rant, çıkar sağlayan statükoyu değiştirme potansiyeli taşıyan bu iç düşmanlara karşı, statükoyu korumak refleksiyle, sürekli halkın özgürleşmesini engelleyici şiddete dayalı politikalar üretti. Darbe, çete, baskı, yasak ve çok boyutlu zulümler sistemin süreklilik arz eden karakteri haline geldi. Üst rütbeli kimi asker bürokratların liderliğindeki oligarşik despotizmin, resmi ideoloji dışındaki düşünce, inanç ve kimlikleri, özellikle de İslam’ı ve Kürt etnik kimliğini ötekileştirip, şiddete dayalı inkarcı ve asimilasyoncu politikaları uygulamaya koyması sonucunda oluşan sorunlar, yeni pek çok sorunların da kaynağı haline geldi. Bu zulüm bataklığında, sorunlar çığ gibi yuvarlanarak toplumun üzerine çöktüler. Aynı Kemalist vesayetçi, darbeci resmi ideoloji kadrolarının çözümsüzlük dayatmalarıyla daha da büyüyerek ve sorunlar yumağı halini alarak, sürekli kriz ve bunalımlara kaynaklık ettiler. İşte biz sistemin başkentinde tevhidi mesaj ve bağımsız İslami kimlikle bu zalimane gidişe ve oluşturduğu vahşete itirazla ortaya çıkıp zalim sultanın yüzüne hakkı haykırmaya çalıştık. Bu sebeple de başımıza gelmeyen kalmadı.
Radyo Denge: Şu tespitiniz önemli; sistem İslami kimliği dışlayıp, İslam hukuku (şeriatı) ile hükmetmeyi reddedip düşmanlaştırınca, hevaya dayalı laik yasalarla zulüm kaçınılmaz hale geldi. Sonuçta da Kürt sorunu da dahil bir çok sorun doğdu ve aynı ulusalcı laik kadroların bu seküler dayatması devam ettiği için de çözümsüzlük de sürdü, sorun daha da büyüdü, öyle değil mi?
Pamak: Evet, insanın heva ve zannıyla ürettiği laik ideoloji ve yasalar topluma dayatıldığında egemen olan kadroların heva ve zanları esas alındığı için, sadece egemenlerin düşünceleri ve çıkarları belirleyici olur, diğer geniş kesimler dışlanıp zulme ve sömürüye muhatap kılınır. Bu kaçınılmazdır. Çünkü sahici ve bütüncül adalet ancak Allah’ın hükmünü belirleyici kılan bir sistemde sağlanabilir. İşte bu sebeple de, Kemalist sistem, hem Allah’ın şeriatını tehdit ve düşman sayıp dışlaması yüzünden heva ve zanna dayalı laik yasaları uygulamaya koymasının sonucunda zulüm, sömürü ve adaletsizlik kaçınılmaz sonuç oldu. Hem de Allah’ın şeriatına karşı açtığı savaş sonucunda doğan boşluğu doldurmak üzere ürettiği Kemalizm dinini Türk ulusalcılığı üzerine oturtunca, Kürt sorununu da doğuran yeni büyük zulümlere kaynaklık edecek fitili de ateşlemiş oldu.
Böyle olunca sistem, Kemalist resmi dinin dili olarak saydığı Türkçeyi de resmi kurumlarda, eğitimde, basın yayın hayatında ve hatta uzun yıllar sokakta da dayatmayı ve diğer dilleri de yasaklamayı önemli bir vecibe olarak görmüştür. Bu bağlamda, tıpkı Türkçe gibi Allah’ın saygıdeğer ve korunması gereken ayetlerinden olan Kürt dili yasaklanmış, yıllarca süren yasak sürecinde Kürtçe konuşanlar, yazanlar ağır cezalara çarptırılmış, Kürt etnik kimliği asimilasyon ve şiddete dayalı politikalarla yok edilmeye çalışılmıştır. Bu sebeple yaklaşık 90 yıldır ana dilde eğitimin yasaklanması sebebiyle, resmi dil dışındaki diller gelişme ve yaşama imkânından mahrum bırakılarak, düşünceyi ve tefekkürü dumura uğratan büyük bir zulmün altına imza atılmıştır.
İşte başta İslami kimlik sonra da Kürt etnik kimliği olarak belirlenen bu iki “iç düşman”a karşı takip edilen şiddet eksenli inkâr, asimilasyon politika ve uygulamalarıyla, katliamlar, işkenceler, faili meçhuller, yargısız infazlar, köy yakmalar, göçe zorlamalar, mecburi iskânlarla büyük, yaygın ve derin zulümler gerçekleştirilerek ülke tam bir zulüm bataklığına dönüştürüldü.
Bu sebeple bilinmelidir ki, şirk sisteminin en temel düşmanı yüzyıllarca halkların arasında kardeşliği tesis etmiş olan İslami kimliktir, adaleti tesis etmiş bulunan İslam şeriatıdır ve birliği sağlamış olan ümmet bilincidir. Çünkü kavmi ve dini farklı diğer kimliklere adil bir zeminde yaşama ve kendini gerçekleştirme imkânını en sahici biçimde tanıyan sadece bütün insanların Rabbi olan Allah’ın dini İslam’dır. Bu sebeple, farklı kimlikleri, kutsadıkları Türk kimliği ve seküler Batı kültürü içinde eritmeyi hedefleyen bir resmi ideoloji dayatmak isteyenlerin ilk karşı çıkıp ortadan kaldırmak istedikleri şey İslam hukuku oldu. Bu birinci kimliğin ve onun adil hukuku olan İslam şeriatının reddedilmesi ikincil olarak ve bu ilk reddediş sebebiyle Kürt etnik kimliğinin de reddine yol açmıştır ve Kürt sorununu doğurmuştur. Bu tespitin altını onlarca defa çizmek ve idrak etmek gerekir. Çünkü bu doğru tespit aynı zamanda doğru çözümün anahtarını da içinde taşımakta, adalete giden doğru istikameti de göstermektedir.
Radyo Denge: Gerek sizin şahsen, gerekse İLKAV’ın bu konularda yaptıklarını internet sitesinden takip ettiğimizde karşımıza çıkan manzara şu; bu temel zulümler konusunda bir yandan kurtuluş yolunu gösteren tevhidi bakış açısını ve bilincini oluşturmak, diğer yandan zulmü ifşa edip, hak ihlallerine itiraz ederek mazlum halkların hukukunu korumak, adaleti gündemleştirmek, zalimi ve zulmünü defetmek için bu uzun süreçte neredeyse hiç durmadan mücadele edildiğini görüyoruz.
Pamak: Elhamdülillah. Bu konudaki sorumluluklarımızı idrak etmeyi ve sadece kendi rızası için gereğini yerine getirmek üzere çaba gösterme iradesini lütfeden Rabbimize hamdolsun. Sistemin en temel zulüm alanlarına yoğunlaştık, zulmün sahibi olan ilahlaştırılmış kurumlarına karşı mücadeleyi sürekli kıldık. Bu mücadelede önceliği tagutun en öncelikle hedef aldığı İslami kimlik alanındaki ideolojik boyutlu zulümlere karşı mücadeleye verdik. Bu bağlamda, alternatif eğitim ve tebliğ çalışmalarıyla insanlarımızı zulümatın bu kuşatmasından, zihinlerini işgalden kurtarmaya yönelik programlar geliştirmeye çalıştık. Halkımızın Diyanet’in yaymaya çalıştığı laik devletle uzlaşmış resmi din algısına da, eğitim sisteminde gerçekleştirilen sekülerleştirme programlarına da, tarikatlarda ve Gülen cemaati benzeri hurafeci kesimlerde yayılmaya çalışılan hak-batıl karışımı din anlayışlarına da kapılmamaları için, hem bu din algılarındaki gayri İslamiliklere dikkat çekip uyaran ve bunlardan korunmaya çağıran, hem de Kur’an ve sünnet ışığında sahih din anlayışının temel imani ilkelerini gündemlerine sokmaya çalışan çabalarımız oldu. Sonuçta kendimizi ve çevremizi geleneksel ve modern cahiliyeden arındırarak vahiyle inşa etmeye yönelik çalışmalara yoğunlaştık. Rabbimiz kabul etsin ve bereketlendirsin inşallah.
Bu minvalde, sisteme ve zulümlerine yönelik kapsamlı mücadelelere giriştik. Allah’a hamd olsun, Kur’ani mesajını gündemleştirdiğimiz taguti sistemin başkentindeki salonlar, meydanlar yüz yıllardır duymadıkları hakikati, tagutu reddedip Allah’ı tekbir etmenin ortaya konuşunu (Şeyho hocamızın ifadesiyle) belki de ilk defa bu kadar açık ve anlaşılır bir biçimde duymaya başladılar. Bu bağlamda, İslami kimliğe, İslam şeriatına yönelik baskı, yasak, zulümlere yol açan anayasa, yasa ve yönetmelikleri; İslam’ı ve Müslümanları dönüştürmeye, laik sistemin razı olduğu biçime sokmaya yönelik ideolojik yayın ve kültür politikalarını; yeni nesilleri resmi ideoloji tornasından geçirip bâtılda tek tipleştirmeye yönelik proje ve eğitim programlarını; Rabbi tevhide karşı olanların eğitim alanında dayattıkları “tevhidi tedrisat yasası” zulmü ve beyin yıkama merkezi olarak kullanılan zorunlu ideolojik öğütümü; bütün bu zulümlerle istedikleri sonucu alamayınca da sık sık devreye soktukları darbeleri, muhtıraları, sürekli kıldıkları askeri vesayeti hedef aldık. Bütün bu konularda konferanslar, paneller ve çok çeşitli etkinlikler gerçekleştirdik. Süreklilik arz eden eylemlerimizde de konuyu sürekli işledik. İslami kimliğe yönelik 90 yıllık baskı, yasak ve çok boyutlu zulümleri 4-5 metre yüksekliğinde bez pankartlara yazarak özet olarak sıralayıp başkent meydan ve caddelerinde halkımıza duyurarak itirazımızı yükselttik ve taguti sistemi protesto eden eylemler, basın açıklamaları düzenledik.
Rabbimizin yardımıyla ve İLKAV öncülüğünde Ankaralı Müslümanların samimi desteğiyle işte bu hedeflere 25 yıl boyunca en net, en açık ve en ilkeli itirazları, eleştirileri yönelttik. Halkımızı bütün bu konularda bilgilendirmeye, yaşadıkları zulümleri kanıksamamaları, farkına varmaları ve mücadele etmeleri için uyarmaya ve İslami bilinçle harekete geçirmeye çalıştık. Bütün bu zulümlerin muhatabı olan kitleleri, laik sistem, ulus devlet ve zulümlerine karşı muhalif bir bilince ve tevhidi bağımsız bir İslami kimliğe taşımaya vesile olacak çalışmalara yoğunlaştık. Sonuçta 2010’dan itibaren sistem kendini görece özgürlükçü bir değişime uğratarak yenileme mecburiyetiyle karşı karşıya kaldıysa, bunda bu çalışmaların önemli rolü olduğu unutulmamalı.
Toplumu vahiyle buluşturup İslami muhalif bilinci inşa etme mücadelesi yanında, şirk sisteminin bütün hukuk ihlallerine ve zulümlerine karşı mücadele sürecinde de, öncelikle İslam’a yönelik saldırılara karşı verilen tevhid, adalet ve ıslah mücadelesinden sonra tabii ki ikinci önceliği ve ağırlığı da diğer önemli ve yoğun zulüm kaynağı olan Kürt sorunu alanında yaşanan zulümlere karşı mücadeleye verdik. Bu bağlamda Kürt halkına yapılan zulümleri ifşa edip, zalim sisteme tavır koyarak adalet mücadelemizi sürdürmeye ve adil şahidilik sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalıştık.
Radyo Denge: Kürt sorununa ilgi gösterme ve Kürt halkına yapılan zulümlere itiraz edip sistemi açık ve ilkeli biçimde eleştirmede ve en önemlisi bu eleştiriyi başkentte gündemleştirip salon ve meydan eylemleriyle toplumu bilinçlendirmede önemli çabalarınızın olduğunu biliyoruz. Bazılarınca netameli sayılan ve uzak durulması gerektiğine inanılan bu konuyu Müslüman camianın gündemine ilk getirenlerden birisi olarak son 23 yılda yaşananları en isabetli ve kapsamlı anlatabileceklerden birisiniz. Sizin 1991 yılında bu sorunu ilk defa Müslümanların gündemine sokan çıkışınızın çok tartışmalara yol açtığı da biliniyor. Bu bağlamda Kürt halkına yapılan zulümlere itiraz eden bildiri, makale ve DGM savunmalarınızdan önce bu konuda Müslümanlar arasında başka örneğe rastlamıyoruz. Kürt sorunu konusunda iki kitabı olan başka bir Müslüman da yok galiba. Peki Müslümanlar, sizin bu konudaki söylem ve tavrınızı nasıl karşıladılar, sorun yaşadınız mı?
Pamak: Daha önce söylediğim gibi, Kürt halkına yönelik baskı, yasak ve çok boyutlu zulümler gerçekten de dünyada az rastlanacak derecede kapsamlı, vahşi ve derin yaralara yol açan zulümlerdi. Bu sebepten, kendi dibimizde, yanımızda, komşumuzda, akrabalarımızda yaşanan bu büyük ıstırap, yaklaşık 20 yılını Türkçülük ideolojisine bağlı olarak geçirmiş birisi olarak benim gündemime, ancak Kur’an’la buluşup tevhidi imanla şereflenerek gerçek ölçülerde bir Müslüman olmamdan sonra, yani gerçek adaletin vahyi ölçülerinden haberdar olduktan sonra girebilmiştir maalesef. Vahiyle arınıp tevhidi ölçülerle bakmaya başlayınca, taguti devleti ve zulüm ve ifsad için organize olmuş kurumlarını gerçek kimlik ve nitelikleriyle ve yapmakta oldukları büyük zulümleriyle tanıma ve onlardan ayrışıp tagutu reddetme imkanına kavuştum. Ondan sonra da bir yandan öğrenip yaşadığım Kur’an’ın kurtarıcı mesajını merhametle diğer insanlara da yaymaya çalışırken, diğer yandan da zulüm sistemini ve kapsamlı zulümlerini ifşa edip ortadan kalkması için mücadeleye yoğunlaşmaya çalıştım. Bu amaçla İLKAV ve Mazlum-Der’i kurmaya yöneldiğimizi daha önce ifade etmiştim.
Kürt sorununu da, tıpkı vahyi ölçülerle insan hakları mücadelesinde olduğu gibi, ilk defa Müslümanların gündemine getirişimiz, 1991 yılı ikinci yarısı olarak hatırladığım bir zamanda Mazlum-Der Genel Başkanı olarak imzaladığım bir bildiriyle başlamıştır. Basın bildirimiz, “Ey Mazlum Kürt Halkı” diye bir hitapla başlıyordu. Ve Kürt halkına yapılan tüm zulümler ifade edilip, bunları kendimize yapılmış saydığımızı, zalim ulus devlete ve zulümlerine karşı Mazlum Kürt halkının yanında olduğumuzu, olacağımızı ifade etmiştik. Aynı bildiride “Zalim devleti, yaptığı ve yapmaya devam ettiği zulümlere bir an önce son vermeye, bugüne kadar yapmış olduğu baskı, zulüm ve katliamlar sebebiyle de mazlum Kürt halkından özür dilemeye çağırıyoruz” diye bir de çağrıda bulunmuştuk. İşte bundan sonra olumlu tepkiler yanında, oldukça olumsuz ve neredeyse bizi Kürtçülük yapmakla bile suçlayacak kadar ileri giden olumsuz tepkiler de aldım. Bu olumsuz tepkilerden sadece iki tanesini ifade etmek isterim. Birincisi Mazlum-Der yönetim kurulu üyesi bir arkadaşımızdan geldi ve bizi ağır şekilde suçladı ve Mazlum-Der içinde tartışma başlattı. Özetle, “Kürtlere ne zulüm yapılıyor ki, Kastamonu’daki bir Türk çocuğu ile Hakkari’deki bir Kürt çocuğu arasında yoksulluk ve yaşadığı sıkıntılar bakımından ne fark var ki?” diyebilecek kadar yaşananlara kör bir noktada durabiliyordu.
Radyo Denge: Halbuki siz daha öncesinde yaklaşık 20 yıl Türkçülük yapmış birisi olduğunuzu söylüyorsunuz. Buna rağmen, nasıl oluyor da sizin ulaştığınız adil şahidlik bilincine hep Müslüman olduğunu sanan çevreler ulaşamıyorlar? Anlamak zor doğrusu.
Pamak: Cevabı açık, ben bu Türkçü, Türk-İslam sentezcisi geçmişimi cahiliye olarak niteleyip reddederek arınmak suretiyle İslam’a giriş yapma konumdayım. Onlar ise hep Müslüman olduklarına inanıyorlar ve İslam’ı rutinleşmiş bir hal olarak yaşıyorlar. Bu sebeple, ben vahiyle buluşup onu hakkıyla okuyup, anlayıp, öğüt alarak yaşama cehdi içinde Allah’a teslimiyet ruhunu yakalamaya ve cahiliyeye ait üzerimdeki kirleri atmaya çabalarken, onlar çocukluktan beri çevreden ve okuldan kaptıkları ulusalcılık virüsünü, ulusçu kirlilikleri üzerlerinde taşıdıkları halde kendilerini Müslüman saydıkları için bunlardan arınma çabası vermeden hayata devam ediyorlar. Bu sebeple de, üzerlerindeki bu virüsün varlığından bile haberdar olmadan ve bu hali kanıksamış olarak kendilerinin doğru bir din anlayışı üzerinde olduklarını düşünerek, herhangi bir arınma çabası da göstermiyorlar. Halbuki, cahiliye toplumu içinde yaşayan ve sürekli kirlenmeye maruz bırakılan mü’minlerin, eğitim, çevre, medya vb alanlardan kaptıkları pisliklerden, cahili kirliliklerden “verrucze fehcur” (müddessir 5) emri gereğince arınmak için sürekli bir çaba içinde olmaları önemli bir sorumluluktur. Bu arınma, geçici bir an için gerçekleşip ondan sonra işlevi biten bir sorumluluk da değil, hayat boyu sürdürülmesi gereken bir çaba ve sorumluluk olmak durumundadır.
Nitekim onların bu arınma çabası göstermemek ve devletin kutsallığına dair kirliliği üzerlerinde taşımak sebebiyle göremedikleri Kürt halkına yapılan açık zulmü, ben 20 yıllık “devlet-i ebed müddet” anlayışlı ulus devletçi Türkçülüğü terk edip vahyin ölçülerini kavrayınca kolaylıkla görebiliyor ve başkentte yaptığım konuşmalarda şunları söyleyebiliyordum; “Devlet halkın, ümmetin hizmetkârıdır, ayaklarımızdaki pabuç misali bir hizmet aygıtıdır, ayağımızı sıkarsa değiştirilir, asıl olan halktır, ümmettir. Önemli olan ümmetin işlerinin adaletle yönetilmesidir. Adalet de ancak bütün insanların Rabbi olan Allah’ın hükmüyle hükmedildiği zaman sağlanabilir. İslami olmayan kesimler bile ancak onların da Rabbi olan Allah’ın hükmüyle hükmedildiği zaman adaletle muamele görürler ve güvence altında olurlar”.
Radyo Denge: İki somut örneği aktaracağınızı söylemiştiniz, ikinci örnek nasıldı?
Pamak: İkinci örnek çok daha üzücü ve şaşırtıcı. 1992 yılında çatışan iki Müslüman grubun arasını bulmak, ihtilaflarının çözümüne katkıda bulunmak üzere dört kişilik bir heyetle Diyarbakır’a gitmiştik. İlk olarak saldırgan olan grubun lider kadrosuyla görüştük. Görüşme sürecinde o grubun lideri bizim “Ey Mazlum Kürt Halkı” hitabıyla yayınladığımız o bildiriye atıfta bulunarak, bunu doğru bulmadıklarını, bizi bu sebeple kınadıklarını ifade ederek, Kürt sorunu diye bir sorunun bulunmadığına ve bunun bir Amerikan uydurması, emperyalizmin bir oyunu olduğuna dair şaşırtıcı beyanlarda bulundu. Gerçekten de hepimiz şaşırıp kalmıştık. Hadi batıda ulusalcı kirliliklerle malûl Müslümanlar somut gerçeklikten de uzakta oldukları için fark edemiyorlar diyelim, peki bu bölgede olayların içinde yaşayanlar nasıl bu çarpıcı zulmü ve doğurduğu devasa sorunları görmezden gelebiliyorlardı? Evet emperyalizmin bu bölgede oyunlar içinde olduğu doğru da, bunun olması, bu bölgede TC Devletinin emperyalizme de hizmet sunan bu zulüm bataklığını oluşturmuş olduğu gerçeğini görmezden gelmeye sebep olabilir mi? Kitaplarımda uzun uzun tahlil ettiğim bu konulara söyleşi hudutlarını aşmamak için daha fazla girmeyeyim.
Radyo Denge: Peki, tekrar konuya dönecek olursak, sistemi çok rahatsız eden Kürt sorununa dair söylem ve eylemleriniz bağlamında o yıllarda başka neler yaptınız?
Pamak: 1992 yılında Mazlum-Der olarak Ankara’da yine bir ilk olan, ülke çapındaki farklı İslami grupların öncülerinin konuşmacı olarak iştirak ettikleri “Kürt Forumu”nu gerçekleştirdik. Bu toplantı hem Müslümanlar zaviyesinden bir ilkti, hem de başkentte ilk defa bu muhtevada açık bir toplantı gerçekleştirilmiş oluyordu. Burada yapılan konuşmalar sebebiyle yargılanan 3-4 kişiden birisi de ben oldum. Bu mahkeme sürecinde yaptığım savunmada, aslında, Kürt halkının varlığı ve muhatap olduğu zulümler, baskılar, yasaklar, sürgünler, katliamlar konusunu belgelerle ispat edip devleti bu zulümleri sebebiyle yargılamaya çalıştım. Bu savunmam ve ek belgeleri “Kürt Sorunu ve Müslümanlar” adlı kitabımda yer aldı. Yayınlamış 8 kitabımın ikisi Kürt sorunuyla ilgilidir, birisi bu adını zikrettiği kitap, diğeri de Tatvan’da yaptığım bir konuşmam üzerine orada açılan dava sebebiyle Tatvan Mahkemesinde yaptığım savunmayı da ihtiva eden “İslami açıdan Kürt Sorunu” adlı kitaptır.
Daha sonraki süreçte İLKAV olarak da Kürt sorunu ve Kürt haklına yönelik zulümler, baskılar, yasaklar, yargısız infazlar, faili meçhuller, köy yakmalar vb hakkında süreklilik arz eden itirazlarımız, devlete ve kurumlarına yönelik protesto eylemlerimiz, çok sayıda konferanslarımız, panellerimiz ve basın açıklamalarımız oldu. 1998’de Sivas SRT televizyonunda yaptığım konuşmada da ağırlıkla bu konu gündeme gelmiş, mazlum Kürt halkına yapılan zulümler açıkça gündeme getirilip eleştirilmiş ve PKK’nın da bu zulüm bataklığında yine devletin gölgesinde ve desteğinde ortaya çıkarılmış olduğu ifade edilmişti. Sonuçta bugün iki tarafın şiddeti tırmandırmasıyla yeni zulümlerin oluştuğuna dikkat çekilmişti. Şiddetten beslenen iki tarafın da seküler, ulusalcı, laik ve batıcı olmak bakımından ideolojik kardeşler oldukları ortaya konmuş ve Müslümanların iki tarafa da uzakta durarak bağımsız İslami kimlikle adil şahidler olmak sorumluluğunu üstlenmeleri ve mazlum halkın ve haklarının savunucusu olmaları gerektiği ifade edilmişti.
İşte İslami kimlik ve İslam şeriatını düşmanlaştırıp, öncelikle İslam’a ve Müslümanlara, sonra da dayattığı Türk ulusalcısı resmi ideolojiye uyum sağlamayan başta Müslümanlar ve Kürt halkı olmak üzere farklı kesimlere yapılan tüm zulümlere karşı bu ilkeli ve açık mücadelemiz, kurtarıcı tevhidi mesajı tüm insanlara ulaştırmaya yönelik çalışmalarımız ile herkes için adalet isteyen tutumumuz, deriniyle görüneniyle devlet ve tüm kurumlarının üzerimize gelmesi sonucunu doğurdu. Sürekli takip edildik, hukuksuz dinlemelere maruz bırakıldık, sürekli yargılandık. Evden çıkıp Vakıf merkezine giderken ve Vakıf çevresinde zaman zaman polis otoları içinde birilerini beklerken görürdüm. Muhtemelen telefon dinlemesi yanında ortam dinlemesi de yapıyorlardı.
Çevremizden bir çok arkadaş emniyet ve MİT kaynaklı tehditlerle bizden uzak tutulmaya veya hakkımızda bilgi vermeye zorlandılar. Zaman zaman bazı kardeşlerimiz bizim hakkımızda bilgi almak amacıyla sorguya çekildiler. Bu konumda sorguya çekilen üç ayrı kardeşimizin bize bildirdiklerine göre “Bu Mehmet Pamak kim? Ne yapmak istiyor? Amacı ne ve kimlerden destek alıyor? Yanına kimler gelip gidiyor? Devleti rahatsız eden konuşmalar yapma, yazılar yazma ve faaliyetlerde bulunma cesaretini ve gücünü nereden alıyor?” misali sorular soruyorlardı. Bu minvalde sorgulananlardan birisi de Şeyho Duman hocamız olmuştu. Onu sorgulayan MİT görevlilerinden birisi kendisini eski müftülerden tefsir yazarı Ali Arslan’dan ders aldığını ifade ederek tanıttıktan sonra yukarıdaki soruyu yöneltip “Bu Mehmet Pamak kim? Ne yapmak istiyor? Amacı ne ve kimlerden destek alıyor? Bu cesareti nereden alıyor?” gibi soruların cevabını almak istemişti. Şeyho Hocamız, “Mehmet Pamak daha önce Türk-İslam sentezine inanan milliyetçi bir insan, o zaman da inandığı dava için sonuna kadar giden, davasına hizmet uğrunda fedakâr, gayretli ve hiçbir baskıya prim vermeden mücadele eden bir karakteri var, şimdi de Hak davaya inanıyor ve bu yapı bu sefer de Hak dava uğrunda aynı mücadeleci karakteriyle hareket ediyor” diyor. Bunun üzerine o Ali Arslan’dan ders aldığını söyleyen MİT elemanı “Yani cahiliyede iken cesur ve inandığı dava için sonuna kadar mücadele eden bir yapısı olan Hz. Ömer’in Müslüman olduktan sonra da aynı karakterinin İslam’ın hizmetine girmesi gibi mi hocam” diye yorum yapıyor. Bize ulaştırılmasını istedikleri bazı uyarılarda, korkutup yıldırmaya yönelik tehdit içerikli beyanlarda bulunuyorlar. İnşallah Rabbimiz, onların yaptığı yorumda olduğu gibi hepimize Hz. Ömer misali cesur, onurlu ve adil olmayı nasip eder.
Daha önce ifade etmiştim, mecliste Allah’ın ayetlerini gündemleştirip başörtüsü yasağına karşı çıktığım zaman darbeci Devlet Başkanı Kenan Evren de “Bu adam kim, bu cesareti nereden alıyor?” türü benzer sorular yöneltmişti Meclis Başkanına. Zalimler seküler mantıklarıyla şöyle düşünüyorlar, “Devlet biziz, güç bizde, Ordu, MİT, Emniyet bizim emrimizde, CIA, MOSSAD vb dış güçler İslam’a karşı bizi destekliyor, o halde bize karşı çıkacak cesaret ve gücü bu adamlar nereden buluyorlar?”. Halbuki Hakka inanmanın, haklı konumda bulunmanın ve Allah’a teslim olmanın en büyük güç ve cesaret kaynağı olduğunu anlayamıyorlar. Bir de, bizler hiç kimseye zulmetmiyor, haksızlık etmiyoruz, tam tersine bize zulmedenlerin bile kurtuluşuna vesile olmak için Allah’ın kurtarıcı mesajını herkese ulaştırmak üzere çırpınıyoruz. Dolayısıyla Hakka dayanan, haklı olan ve insanlar için hayırlı bir konumda bulunmaktan daha büyük güç ve cesaret kaynağı olabilir mi? İşte İLKAV çatısı altında bu zorlu süreçlerde mücadeleyi yürüten kardeşlerimiz de, bu sebeple, yani Hakk’a dayanmanın, haklı olmanın ve gündemleştirilen hususların da Hak olmasının kazandırdığı cesaret ve güçle tüm bu baskılara karşı direnip mücadele hattını terk etmeyen onurlu bir duruş sergilediler. Allah hepsinden razı olsun ve istikameti korumayı hepimize nasip etsin.
ESKİ STATÜKO DEĞİŞMEYE BAŞLAYINCA
BU SEFER DE YENİ STATÜKO DİNLEMEYİ, ZULMETMEYİ SÜRDÜRDÜ
Radyo Denge: Peki 2003 yılından itibaren Kemalist baskıların dönemi kapanmaya başladı. Eski statüko belli ölçüde de olsa geriletildi ve görece özgürleşme dönemi başladı, ama sizin de içinde yer aldığınız telefon dinlemeleri, takibe almalar, sorguya çekmeler yine bitmedi. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Pamak: Evet Kemalist baskıcılarla uzun süren mücadeleler ve ödenen bedeller sonrasında Kemalist eski statüko değişmek zorunda kaldı ve sistem içi değişimle kimi özgürlük ve hak taleplerini karşılayarak görece özgürlük getiren yeni statüko oluşturma çabaları gündeme geldi. Ondan sonra da yeni statükonun bürokratik ayağını teşkil eden, özellikle de emniyet ve yargıda hakimiyet tesis etmiş Gülenci vesayetin hedefi olduk. Bu sefer de onlar telefonlarımızı dinlemeye, soruşturmalar açmaya başladılar. Bunların liderleri bizim Kemalist zorbalığa ve eski vesayetçi statükoya karşı adalet mücadelesi verdiğimiz süreçte, zelil bir işbirlikçiliği sürdürmüşler, darbecilere methiyeler yağdırmışlar, devleti kutsamışlar, bizim mücadelemizi de arkadan vuracak bir fonksiyon görmüşlerdi. O süreçte İLKAV çevresi Müslümanların da içinde önemli bir yer tuttuğu, bedel ödeyerek sistemi değişime zorlayan kesimlerin çabaları sonucu gelinen sistem içi değişim sürecinde, Gülen kadroları değişimin öncüsü rolünü oynayarak yeni statükoda yerlerini sağlamlaştırdılar ve bu sefer de bunlar eski statükoyu değişime zorlayan bedel ödemiş kesimlere yönelik tedbirler almaya başladılar. Çünkü eski statükoyu değişime zorlayan tevhid ve adalet talepli kesimlerin kendilerinin yeni statükolarına da razı olmayıp itiraz edebileceklerini düşündüler.
Bu konuda hedefe koydukları İslami kesim içinde ilk av İLKAV oldu. Yani ilk önce hedef alınıp vurulmak istenen İLKAV ve mücadeleci kadrolarıydı. Ama önce AKP-Gülen koalisyonunun AKP kanadı üzerimize geldi. İLKAV’ı sindirmek, susturmak amaçlı olarak, önce Cuma Konferans Salonumuz kapatıldı. Bilindiği üzere Diyanet İşleri Başkanlığının zorlamasıyla, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Emniyet Müdürlüğü yetkilileri Cuma namazı kıldığımız Ulustaki konferans salonumuzu mühürlemişler, Cuma namazı kılmamızı yasaklamışlardı. Altındağ Kaymakamlığı emniyet görevlileri 04. 12. 2001 tarihinde bu mekana gelerek “Cuma namazı kılındığını tespit ettikleri bu yerin mescid olabilmesi için gerekli izin verilene kadar Cuma namazı kılınmasının men edildiğini” aynı tarihli “tebliğ ve tebellüğ belgesi”yle Cuma namazını kıldıran Şeyho Duman hocaya tebliğ etmişlerdi. Daha sonra Şeyho hocamız emniyete götürülüp ifadesi alınmıştı. Diyanetten izin alınmadan Cuma kılınamayacağı dayatması sebebiyle, orada yıllardır toplanan ve Diyanet denetiminden ve belirleyiciliğinden bağımsız Cuma namazı kılan cemaatin varlığı hazmedilememiş ve laik devleti rahatsız eden Kur’an ve sünnete dayalı sohbetlerin yapılması, sadece vahyin belirlediği hutbelerin okunması engellenmek istenmişti.
Bunun üzerine, “mademki bir araya gelip Kur’an ve sünnete dayalı konferanslarımız, ümmetin sorunlarını özgürce konuşuyor olmamız, tevhidi mesajın yaygınlaştırılmasına yönelik çabamız hazmedilemeyip engellenmek isteniyor ve bunun için de ‘izinsiz’ Cuma namazı kılmamız bahane ediliyor, o halde biz de her Cuma buraya gelmeye devam edelim, ama Kur’an ve sünnet ışığında bilgilenme ve meselelerimizi konuşma çabamızı sürdürelim” kararını aldık. Tam bir yıl o mekana her Cuma günü geldik ve Konferansımızı yaptık, fakat öğle namazı kılarak dağıldık. Tabii ki, Cuma namazına yaklaşık 500-600 kişi katılırken, bu sayı bir yıllık o süreçte 150-200 kişi düzeyine indi. Aslında üç defa üst üste Cuma namazı kılmamanın hükmüyle ilgili çok sert uyarılarla yoğrulmuş kültüre sahip bir toplumda yaklaşık bir yıl süreyle Cuma namazı kılınmayacağını bile bile oraya gelinmesi dahi başlı başına çok değerliydi. Üstelik bu bir araya geliş sürecindeki söz konusu sayı bile, engellemek için Cuma namazı iznini kullanan laik devleti rahatsız eden tevhidi içerikli ilmi sohbetlerin yapılmasının sürdürülmesinde ısrar edilmesi bakımından çok değerli ve önemlidir. Kanaatimce bu ilkeli duruş, tarihe önemli bir direniş örnekliği olarak geçmiştir.
Bir yıl sonra Cuma namazı kılmaya bir daha teşebbüs ettik. Ancak tekrar Şeyho Duman hocamızın üzerine gelip rahatsız etmemeleri için, onlara karşı gerektiği şekilde mücadele edip hak ettikleri cevapları da verebilmek, gerekirse mahkemelerde hesaplaşmak amacıyla bundan sonra bir süre Cuma namazlarını ben kıldırdım. Bir sorun çıkmayınca da tekrar Şeyho hocamız kıldırmaya devam etti. Artık AKP dönemindeydik. Böyle bir süre devam ettikten sonra 2003 yılı Ekim ayında ilçe Müftülüğünün şikayeti ve talebi üzerine Altındağ Kaymakamlığı Emniyet Amirliği yetkilileriyle, Vakıflar Ankara Bölge Müdürlüğü yetkilileri bir Cuma günü geldiler ve salonu mühürleyeceklerini beyan ettiler. Tabii ki, bizimle beraber önce Cuma namazı da kıldılar. İçlerinden bir emniyet yetkilisi “hocam, sonra arkamızdan Cuma kıldıkları yeri mühürlediler demeyin, bizler emir kuluyuz” dedi. Ben de “anlaşılıyor, bizler de Allah’ın kuluyuz ve O’nun emri olan Cuma namazını kılmayı sürdüreceğiz” dedim. O gün Cuma namazına geçmeden önce salon içinde ve polis kameraları önünde yaptığımız basın açıklamasında bu hak ihlalinin 28 Şubat sürecinin devam ettiğini gösterdiğini söyledik ve protesto ettik. Sonra cemaate seslenerek, “şimdi namazı müteakip bu salonun kapısını mühürleyecekler, gelecek hafta Cuma namazını üst kattaki salonda kılacağız mutlaka gelin, eğer orayı da mühürlemeye kalkarlarsa Sıhhiye meydanına gidip araç trafiğini keserek cadde üzerine seccadelerimizi serip namaza duracağız, polisler gelip bizleri seccadelerimizin üzerinde secdedeyken coplayıp kanımızı akıtsın, ama bunu mutlaka gerçekleştirelim, söz veriyor musunuz?” diye sordum ve polis kameralarının önünde bu konuda ahitleştik. İşte ondan sonraki hafta Cuma’yı üst katta kılmaya devam ettik, orasını da kapattıklarında yapacağımızı göze alamamış olmalılar ki bir daha üzerimize gelemediler.
Ancak o süreçte, yani yine 2003 yılı sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Vakıf Merkezine bir müfettiş gönderildi. Diyanet Müfettişi Cuma namazı kıldırdığı için Şeyho hocamızın, Vakıf Başkanı olarak da benim ifademizi almak için gelmişti. Bir ara, ifadelerimizi alan müfettiş ile Şeyho hocamızı bir arada bırakıp yan odaya geçtiğimde, ülkücülük döneminden tanıdığım bu müfettiş Şeyho hocamıza şunları söylemişti; “Bu adam var ya, Türkiye’de çok üst mevkilerde yer alabilecek bir devlet adamı pozisyonundaydı, bu istikamette önü açıktı ve bu yüksek mevkilere çok yakındı. Ama o bu önemli imkanı ve misyonu bırakıp gelmiş bu basit işlerle uğraşıyor yıllardır, istikbalini mahvetti”. O gittikten sonra Şeyho hocamız bunları anlatınca, “İlahiyat mezunu Diyanet müfettişi ama, Kur’an’ı hakkıyla okuyup anlamayı, öğüt alıp yaşamayı ve inanıp yaşadığı bu kurtarıcı hakikati merhametle diğer insanlara da taşımayı, bununla da yetinmeyip egemen şirk sisteminin zulüm ve ifsadına karşı ıslah amaçlı tevhid ve adalet mücadelesi vermeyi, ‘basit işler’ kategorisinde görebiliyor, bu tam bir cehalet örneği” değerlendirmesini yapmıştım. Üstelik böylece, cahiliye sistemi içinde devlet başkanı olmayı bile reddedip, vahyin mesajını tebliğ etmek, davet, eğitim, şahidlik sorumluluklarını üstlenip toplumu vahiyle arındırıp inşa etmek ve egemen şirk sistemine karşı adalet ve ıslah bilincini oluşturmak konusunda yoğunlaşan Allah Resulü (s) ve ashabını da “basit işler” yapmakla nitelemek konumuna düştüğünü bile fark etmiyordu. Bilmiyor ve akledemiyorlar ki, tevhidi daveti yaymak, vahyi mesajı bilmeyen insanlara ulaştırmak ve taguta karşı hakkı ve adaleti ikame mücadelesi vermek, cahiliye sisteminin devlet başkanı olmaktan çok daha değerli ve anlamlıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığının üzerimizi müfettişlerini salması, emniyet ve yargıyı yönlendirmesi üzerine biz o zaman Diyanet’e yazı yazmış ve “Cuma namazını laik devletin iznine tabi kılan herhangi bir yasası ya da mevzuatı var mıdır?” diye sormuştuk, cevap olarak, “Hanefi ulemasının görüşüne göre, Cuma kılmak devletin iznine tâbidir” demişlerdi. Bu istismara dayalı görüşleri de ekleyerek, meseleyi dava konusu yaptık, laik devletin kendi kanunlarına bile aykırı bu uygulamasına itiraz ettik ve Danıştay 2011 yılında verdiği kararla, bu kanunsuz işlemi onaylamaktan utanmadı. Yani pratiğimize yön vermese de bize yönelik zulüm hâlâ devam ediyor ve bunun için kendi putlarını yemekten çekinmiyorlar.
O süreçte Diyanet İşleri Başkanı din özgürlüğü gösterisi yaparak Patrik Bartholemeos’u ziyaret edip, hakları olan Ruhban Okuluna destek veriyor, laik devlet de Lozan Anlaşması gereğince onları dinleri alanında özgür bırakıp müdahil olmaktan vazgeçiyordu. Ki bizce de bu doğrudur. Pek, onlara bu özgürlükler tanınırken biz Müslümanlara neden laik devletin resmi din algısı dayatılıyor? Danıştay utanmadan kendi putunu yiyen müşrikler misali, devletin ve kendilerinin laiklik anlayışlarına tümüyle ters olduğu halde Diyanet fetvasıyla karar verdi, herkes sustu, medya sustu.
Biz de hiç bir yasal dayanak yok iken Diyanet fetvası ile karar verecek kadar yasakçı davranan aynı Danıştay, söz konusu Aleviler olunca, Anayasal açık zorunluluğa rağmen, “Din Kültürü dersinin aleviler için zorunlu olmasının hukuka aykırı olduğunu” karar bağlayabildi. Hıristiyanlara ve seküler Alevi kesimlere inanç özgürlüğünden yana olanlar, sıra laikliği reddeden biz Müslümanların din ve ibadet özgürlüğümüze geldiğinde, laik devletin DİB’dan bağımsız Cuma namazı kılmamız bile, laik devletten izin almadığımız gerekçesiyle yasaklanıyor. Ve bu hukuksuz idari işleme ve yargı kararlarına kendi anayasa ve yasalarından hiç bir dayanak gösteremiyorlar. Üstelik kendi anayasa ve yasalarına ve put edindikleri laiklik ilkesine de aykırı biçimde, bu kapatma uygulamalarına ve yargı kararlarına, Diyanetin Hanefi ulemasına da ihanetini ve iftirasını ortaya koyan “Hanefi ulemasının görüşüne göre, Cuma namazı kılmak devletin iznine tabidir” fetvasını dayanak olarak kullanmaktan utanmıyorlar. Hâlbuki Hanefi mezhebinin imamı Ebu Hanife’ye göre, zalim yöneticilerin hilafeti geçersiz olup yıkılması gerekir. Böyle yöneticilere karşı isyan etmek halkın görevidir. Tümüyle İslâm dışı kabul edilmediği halde, zâlim olduğu için “yönetici bana Vâsıt Camiinin kapılarını say dese o emrettiği için bunu bile yapmam” diyor ve devlete itaatsizliğinin cezasını zindanda şehid edilerek ödüyordu. Böyle bir zâtın, hele bugünkü devletin yönetimi için “Cuma namazı kılmak, devletin iznine tâbidir” diyebileceğini kim iddia edebilir? Ancak Allah’ın değil de, laik devletin emrinde olan Diyanet.
AKP DÖNEMİNDE CUMA NAMAZI KILMAMIZ YASAKLANMAK
İSTENDİĞİ GİBİ, İLKAV DA KAPATILMAK İSTENDİ
Radyo Denge : AKP döneminde bir de İLKAV’a kapatma davası açılmıştı, değil mi?
Pamak: Evet bir yandan bu Cuma namazı kılma yasağı ile uğraşırken, bir süre sonra da AKP hükümeti tarafından Vakıf için kapatma davası açıldı. Bilindiği üzere, zamanın AKP’li Başbakan Yardımcısı M. Ali Şahin, 2006 yılında “Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Paneli” düzenlemiş ve orada eğitim sitemini kuşatan sekülerizmin, Kemalist pozitivizmin, çocuklarımızın zihinlerini nasıl işgal ettiğini, ruhlarını nasıl kirlettiğini, fıtratlarını nasıl bozduğunu, nasıl bir çürüme ve yozlaşmaya yol açtığını belge ve bilgiye dayanarak ortaya koyduğumuz için hedef yapmıştı.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, özellikle de, bize ve inancımıza karşı önyargılı olan müfettişleri göndererek, onların hazırladıkları düşmanca raporlarla “Atatürk ilke ve inkılaplarına, laikliğe aykırı faaliyet göstermekten dolayı” İLKAV’ı kapatma davası açtı. 28 Şubat’ta büyük zulümlere muhatap kılındığımız halde, onlar bile kapatmaya teşebbüs etmemişken, özgürlük vaadiyle iktidar olan AKP bize, sırf kendi düşüncelerinde olmadığımız, hükümet yandaşı olmayı reddedip tevhidi çizgimizi koruduğumuz için hayat hakkı bile tanımak istememişti. Bizler İLKAV’ı sadece tevhidi mücadele yolunda bir araç olarak gördüğümüz için, onu kapatma tehdidi karşısında, bu saldırıyı def etmek için herhangi bir geri adım asla aklımıza bile gelmedi. Hatta Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bir yazı yazarak, mahkemedeki savunmamızda da tekrarlayarak, “bizi kapatabilirsiniz ama asla susturamazsınız. Biz tevhid dininin mü’minleriyiz, bu ülkede varız ve size rağmen de Allah’ın izniyle var olmaya devam edeceğiz. Ne yaparsanız yapın şirke, zulme ifsada karşı hakkı yayma ve adalet mücadelemizden ve vahyin mesajını tavizsiz biçimde insanlara ulaştırmaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Biz bu vakfı kurarken Kur’an ve sünnete dayalı olup geleneksel ve modern hurafelerden arınmış sahih İslam anlayışını topluma yaymak ve her türlü zulme karşı mücadele etmek amacıyla kurulduğumuzu bildirmiştik. Siz o gün, Kemalist, laik resmi ideolojiye bağlılık ve onları eleştirmeme şartı koşsaydınız, biz bu vakfı asla kurmazdık. Bugün bile bize bu şartı da aradığınızı beyan eden bir resmi yazı yazın, o zaman sizin kapatmanıza gerek kalmadan biz kendimiz kapatırız” dedik.
Tabii ki Vakıflar Genel Müdürlüğünün açtığı dava, yargıya büyük oranda egemen olan Kemalist ya da Gülenist ideolojinin yargıçlarından birisine denk gelseydi mutlaka kapatma kararı verilirdi. Ama nadirattan bulunan bağımsız ve yasalara sadık bir yargıca denk geldiği için, mer’i mevzuata, AB kriterlerine, AİHM kararlarına ve uluslararası sözleşmelere de uygun bir karar verilerek, AKP’nin hakkımızda açmış olduğu kapatma talebi reddedildi. Yaklaşık bir sene sonra da, AKP’nin kapatılma davası açılmaz mı? Hem de aynı gerekçelerle: “Atatürk ilkeleri ve laikliğe aykırılıkta odak teşkil etmek”. Gerçekten ibret verici bu olay bir yıl arayla yaşanıyordu. AKP hükümetinin bize yönelik kapatma davası açtığı aynı sebeple, sistem de onlara kapatma davası açıyordu.
BİZİ KAPATMAK İSTEYEN AKP’YE KAPATMA DAVASI AÇILINCA
BİZ ONUN DA HAKKINI SAVUNDUK
Radyo Denge: Peki, bu durumda siz “oh olsun siz bize yaparsanız, size de böyle yaparlar, hak ettiniz” mi dediniz, ne yaptınız gerçekten?
Pamak: Biz o zaman bir basın açıklaması yayınladık, İLKAV olarak. “Böyle böyle bize haksızlık yapıldı, şimdi ise aynı gerekçe ile AKP kapatılmaya çalışılıyor ve dün bize yapıldığı gibi, bugün de AKP’ye karşı aynı cinsten haksızlık yapılıyor. Ama biz Müslüman kimliğimizle ve adil şahitliğimizle AKP’ye yapılan bu zulmü ve haksızlığı da protesto ediyoruz” dedik. “Çünkü biz Müslümanlığımız gereği olarak, halkları kaderleri üzerinde söz sahibi kılan Allah’ın toplumsal yasasının hiçbir zorba güç tarafından engellenmeden işlemesinden yanayız. Toplumlar nasıl bir yönetime layık olurlarsa onunla yönetilmelidirler. Egemen statükonun sahiplerine diyoruz ki, siz kendi yasalarınıza bile sadık değilsiniz, acıkınca putunuzu yiyorsunuz. Yani halkın iradesine saygısızsınız, halkın iradesiyle seçilip iktidar yapılmış bir partiyi kendi yasalarınızı da çiğneyerek kapatmaya kalkıyorsunuz. Üstelik ahlaksızca İslam’ı da bahane ederek, İslam’la olan savaşınızı AKP üzerinden yapıyorsunuz. AKP İslam’ı temsil etmez. İslam’ı biz Müslümanlar temsil ederiz. Hodri meydan, ne gücünüz varsa bizim karşımıza çıkın, bizimle hesaplaşın. Medyanız var, tahsis edin, gelin Kemalist ideolojinizle karşımıza geçin, biz de İslam’ı anlatalım. Düşüncelerinize, ilkelerinize ve ideolojinize güveniyorsanız karşımıza çıkın, meydan okuyoruz. İslam’la savaşınızı AKP üzerinden yapmayın” dedik.
Bakınız, İslami ölçüler içinde, hem AKP’ye yapılan haksızlığa da karşı çıktık, ama hem de gerçek Müslümanca temsilin orada değil burada olduğuna işaret ettik. İşte bizim her konuda bu şekilde davranmamız lazım; yani hem İslami kimliğin bağımsız ve muhalif hattını koruyup diri tutmamız, sistem içi hükümetlerden uzakta durarak, toplumu ve sistemi Kur’ani inkılapla değiştirmeye yönelik tevhidi yürüyüşümüzü ilkeli biçimde sürdürmemiz lazım. Hem de zalime karşı mazlumdan yana tavır koymamız ve toplumların kendi kaderleri üzerinde özgür iradeleriyle söz sahibi olmalarına ve layık oldukları yönetimlerce yönetilmelerine dair ilahi yasanın işleyişini engellemeye kalkışan zorbalara karşı itiraz etmemiz lazım.
EMNİYET VE YARGIYI ELE GEÇİRMİŞ “PARALEL YAPI”
KADROLARININ ZULÜMLERİ
Radyo Denge: Peki, bu İLKAV’ı kapatma davası, koalisyonun AKP kanadından yediğiniz darbeydi, ya koalisyonun öteki kanadı olan Gülenci bürokratik vesayet ne yaptı?
Pamak: Kapatma davasını müteakip malum cemaatin büyük çapta ele geçirdiği Emniyet bürokratlarının İLKAV hakkında sürekli suç duyurularında bulunduklarına şahid olmaya başladık. Neredeyse yaptığımız her etkinlik, eylem ve basın açıklamamızın birkaç gün sonrası emniyetten savcılıklara suç duyurusu yapılmaya başlandı ve böylece birçok eylemdeki açıklamamız sebebiyle ifade vermeye çağırıldık. Bütün bunlarla koalisyonun her iki kanadı tarafından baskı altına alınmaya çalışıldık.
Gülen hareketini en çok rahatsız eden husus, kendilerinin hak-batıl karışımı ve rüyalara, zanlara, israliyata, hurafelere dayalı din anlayışlarının vahye aykırılığını ifşa edip, Kur’an ve sünnete dayalı doğru dinin, Hak dinin kitabi mesajını açık ve net biçimde topluma ulaştırmaya dair çalışmalarımızdı. Bu bağlamda “Dinler Arası Diyalog ve Gülen hareketi”nin İslam’ı tahrif eden sapmasına dikkat çekip eleştiren konferans ve panellerimiz olmuştu. 1998’deki ilk Abant toplantısını müteakiben “Abant Konsili ya da Allah’ın Dinini Satış Sözleşmesi” başlıklı makaleler kaleme almıştım. Bugün ilkesizlikte zirve yaparak onları “İslami Cemaat” sayma aymazlığını sergileyen (ki onlar bile kendilerini “İslami cemaat” yerine “hizmet” hareketi olarak nitelerken, ki bu hizmetin de neye ve kime hizmet olduğunu biz biliyorduk da bugün artık herkes biliyor, keşke bu “İslamcı” yazarlar da bilseydiler) kimi tevhidi uyanış süreci öncüleri de o gün bu yazılarımı dergilerinde yayınlayıp memnun oluyorlardı. Yine devam eden süreçte “İslam’ı ve Müslümanları Sekülerleştirmeye Yönelik Emperyalist Projelerin Yerli İşbirlikçileri” başlıklı makaleler yazarak ve bu konuda da konferanslar vererek bu hareketin İslam’a ve Müslümanlara verdiği zarara dikkat çekmeye çalışmıştım. Radyo Denge’de, “Risale-i Nur”lardaki Kur’an’a aykırılıklara dikkat çekip uyaran programlarımız olmuştu. 1993-1996 yılları arasında, bugün adına oluşturdukları örgüt içine ismimizi koyup dinlemeye aldıkları, Selam Gazetesinde de Gülen hareketinin İslam’a verdiği zararları anlatan makaleler yazmıştım. “İzzeti Yanlış Yerde Aramak” kitabımda da Gülen’e ve din anlayışına yönelik bu eleştirilere yer vermiştim. İşte bu sebeplerle bizim varlığımızdan ve çalışmalarımızdan rahatsız olmuş ve hedef olarak seçmiş olabilirler.
Bunların yanında, küresel emperyalist güçlerle işbirliği süreci sonunda, onlarla bütünleşmeleri, çıkarlarını onlarınkilerle örtüştürmeleri sonucunda, bizim emperyalizme, İsrail ve ABD gibi işgalci, katliamcı terör devletlerine karşı, bu zulümleri ve zalimleri tel’in edip, Filistin, Afganistan ve Irak halklarının yanında yer alıp haklarını savunan eylem ve etkinliklerimiz de yeni statükonun Gülen kanadını çok rahatsız etmiş olabilir. Çünkü Gülen cemaati 150’yi aşkın ülkeye yayılan okullarını açmak ve yaşatmak için bu küresel güçlerle ve bunların söz konusu ülkelerin çoğunda çalışmakta olan istihbarat örgütleriyle işbirliği ve dayanışma içine girmiş, bu süreçte hem içine sızılmış, hem de içinden epey adam devşirilmiş olması söz konusu olabilecek bir durumdadır. Bu bakımdan bizim yıllar boyu onlarca defa kitlesel eylemlerle İsrail’i, ABD’yi ve NATO’yu tel’in eden bu ülke elçilikleri önündeki eylemlerimiz, cemaatin müttefikleri olan o ülkeleri rahatsız ettiği için Gülen ve grubu da rahatsız olmuştur. Ayrıca, bizzat cemaat de “müttefiklerimizle aramızı bozacaklar” korkusuyla ve “Türk Siyonizmi” oldukları için de doğrudan kendileri açısından rahatsızlık duymuştur. Üstelik eylem ve etkinliklerimize katılımın yüksekliği de onların bu endişelerini arttırıcı bir rol oynamıştır diye düşünüyorum.
Mesela Gazze katliamının gerçekleştiği günlerde Bnei Hasharon basket takımının Türkiye’li Müslümanları aşağılarcasına Ankara’ya maça gelmesi üzerine, İLKAV’ın da öncülerinden olduğu Ankara Filistin Dostları Platformu tarafından maçın oynanacağı spor salonu önünde bir basın açıklaması düzenlenmiş ve sonuçta yaklaşık 5.000 civarında kişinin katıldığı bu kitlesel eylemle, İsrail takımının maçı iptal ettirilmişti. O günü hiç unutamıyorum. Çiseleyen yağmur altında yaklaşık 4 saat kaldık spor salonunun önünde. Hatırladığım kadarıyla kitleyi orada tutabilmek için, başta Filistin sorunu olmak üzere ülkede ve bölgedeki ümmetin bütün sorunlarını ele alan ve tevhid mesajını da net biçimde ortaya koyan zengin bir içerikle iki saati aşkın bir süre konuşma yapmak zorunda kalmıştım. Maçın iptalini sağlamadan oradan ayrılmamıştık, o süreçte İsrail terör devletine karşı, ümmeti ve Gazze’liyi sevindiren ilk somut yaptırım da bu olmuştu. Bu eylemimizi yapmak için çağrımızı Radyo Dengede yayınladığımız ilanımızla yapmıştık.
İşte bu sebeple söz konusu çevrelerin hakimiyetindeki Emniyet bürokratlarınca yapılan ihbar üzerine savcılık tarafından Radyo Denge Yayın Yönetmeni olan kardeşimiz hakkında, “suç işlemeye alenen tahrik etme” iddiasıyla dava açıldı. O süreçte Gazze katliamına tepki verenlerin basın açıklaması davet ve duyurularını yayınlayan Radyo Denge’nin üzerine gidilerek, bu tür insanlık suçlarına itiraz edip protesto edenler cezalandırılmak, susturulmak isteniyordu. Bu sebeple, bu insanlık suçunu işleyen gerçek ırkçı faşistlere, Siyonist teröristlere karşı hiçbir somut adım atmayanlar Ankaralı Müslümanların sonuç getiren haklı protestolarının üzerine hem de haksız bir yaftalamayla “ırkçılık” suçlamasıyla gidiyorlardı. Savcılığın açtığı davadan sonra RTÜK de, Ankara Filistin Dostları Platformu’nun İsrail katliamlarını protesto ilanını yayınladığı için Radyo Denge’den savunma istedi. Savunmasını zamanında yapmadığı ya da yeterli bulunmadığı takdirde Radyo Denge’nin bir ila 12 kez yayın durdurma cezasına çarptırılabileceği bildirildi. AKP Hükümetinin atadığı Davut Dursun başkanlığındaki AKP’li üyelerin çoğunlukta olduğu RTÜK yönetimi radyodaki İsrail’i Protesto ilanına oybirliği ile uyarma cezası verdi. Halbuki mahkemeden bile beraat kararı çıktı. Yani böylece, İsrail karşıtı eylemimiz sebebiyle Cemaatin etkin olduğu emniyetin RTÜK’e yaptığı suç duyurusu tahrikiyle cezalandırılmak istendik.
Bir husus daha aklıma geldi, bir hatıramı daha nakletmek isterim; spor salonunun önündeki o eylemde hitap ederken, “Kardeşlerim! İsrail’in gerçek stratejik ortağı bu ülkede gerçek iktidar olan ve askeri vesayetle hakimiyetini sürdüren Genelkurmay’dır. Bu sebeple bugüne kadar Genelkurmay’a ve darbecilere karşı meydanlarda gerçekleştirdiğimiz protestolara ilaveten, en kısa zamanda Genelkurmay’ın kapısına dayanıp bizzat orada da bir protesto yapmamız gerekir” dedim. Ertesi gün Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı ve iki şube müdürü Vakıf merkezimize geldiler. Ben de yönetim kurulundan bazı kardeşlerimize de haber verdim ve birlikte çaylarımızı içerken şunları söylediler; “Sayın Başkanım akşam orada söylediğiniz ‘Genelkurmay önünde eylem yapma’ çağrınız, Valilikteki güvenlik komitesinde görüşüldü ve sizi uyarmamız istendi, eğer böyle bir teşebbüste bulunursanız, size şiddet kullanarak müdahale etme ve dağıtma kararı alındı” dedi. Ben de “çok iyi olur, hem çok büyük bir şiddet kullanın ve yerlerde kanlar içinde süründürün ki, böylece bütün dünya bu ülkedeki gerçek despotun, gerçek iktidarın kim olduğunu böylece daha iyi anlamış olur. Bugüne kadar Başbakanlık, Meclis, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay vb. birçok kurumun önünde protesto gösterisi yaptık şiddete başvurup dağıtılmadık, ama ilk defa Genelkurmay önünde yapalım dediğimizde, şiddet kullanılıp dağıtılacağımızı söylüyorsunuz, bunun anlamını herkes bilmeli” dedim. Kendilerinin de bunu yapmaktan hoşlanmayacaklarını ama bunu yapmak zorunda kalacaklarını, zor durumda olduklarını ifade edip çok rica ettiler. Bunun üzerine şunu söyledim, “asla bu konuda söz vermeyiz, eğer gerekli görürsek mutlaka yaparız, siz de o zaman size emredileni yaparsınız” sonra da, “yaşım ilerledi, vallahi Genelkurmay önünde bir protesto gerçekleştiremeden ölürsem gözüm açık gider” dedim ve görüşme böylece sona erdi.
İSRAİL HATIRINA RADYO DENGE VE İLKAV’A
SENARYO YAZIP OPERASYON PLANLADILAR
Radyo Denge: Bir ara da galiba yine Radyo Denge ve İLKAV’a yönelik bir operasyon hazırlığını fark edip Valiliğe bir yazı ile uyarı yapmıştınız. O konu neydi?
Pamak: Evet dediğiniz gibi, bir ara da, İLKAV hakkında yapmayı planladıkları bir operasyonun senaryosu için malzeme üretmeye yönelik çalışmalar yaptılar. Bu amaçla, emniyette kümelenmiş grup tarafından çalışmalar yapıldı, mesela Afganistan’a gidip gelen Müslüman gençlere yönelik sorgulamalarda, sürekli İLKAV ismini sormaya başladılar. Avukat olan bir kardeşimizin bu sorgulananlarla ilgili bir kişinin avukatlığını üstlenmesi vesilesiyle konudan haberdar olduk. Her sorgulanan şahsa, “İLKAV’a gidiyor musunuz, İLKAV’da size neler anlatılıyor, sizi Afganistan’a İLKAV mı gönderiyor”, “Radyo Denge’de mi buluştunuz?” ve benzeri yönlendirici sorular sorularak, bu sorulara müspet cevaplar almaya özel çabalar gösterdiklerini sorgu tutanaklarından tespit edip Ankara Valiliğine 04/07/2007 tarihinde bir yazı yazarak olayı ifşa edip kınadık ve bu hukuksuzluğun hesabını soracağımızı ifade ettik. İşte o yazıdaki ifadelerimiz:
“İslam coğrafyasının işgal altındaki bölgelerine gidenlerle ilgili bazı gözaltı olayları sırasında, 31.05.2007 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü TEM Şube Müdürlüğü’nde sorgusu yapılan şahıslara, haksız olarak, vakfımız İLKAV’la ilgili sorular da yöneltildiğini tespit etmiş bulunuyoruz. Bu soruşturma sırasında, görevli memurların Vakfımızı da soruşturmanın hedefi haline getirme çabalarıyla ve gözaltına alınan şahısların Vakfımıza gidip gelmelerini, ilişkilerini sorgulamalarıyla haksız ve hukuksuz tutumlar sergilenmiştir. Vakfımıza gidilip gelinmesinin ve bazı kamuya açık faaliyetlerine katılınmasının sorgulanması suretiyle, sanki Vakfımız bir suç mahalli gibi gösterilmeye ve Vakfımızla kurulacak ilişkiler sakıncalıymış gibi bir imaj oluşturulmaya çalışıldığı gözlemlenmiştir.
Sözde el-Kaide adlı örgütle bağlantıları olduğu iddiası ile sorgulandıkları söylenen ve medyaya da bu sebeple gözaltına alındıkları yansıtılan şahıslara “İLKAV Vakfı ile ilişki ve irtibatlarınızı detaylı olarak anlatınız” tarzında sorular sorarak, İLKAV’ın bu sorgulamada öne çıkarılmaya ve hiçbir delile dayanmadan, İLKAV isminin, kendi tercih ettiği yöntem ve takip ettiği temel çizgiyle örtüşmeyen yöntem ve faaliyetlerle irtibatlı olduğu imajının oluşturulmaya çalışılması ve sonuçta vakfımızın hedef gösterilmesi, hem haksız, hukuksuz, keyfi bir yönlendirme ve zorlama, hem de kendi tercih etmediklerini bir camiaya yamamaya kalkmak bakımından ahlaki de olmayan bir işlemdir.
Yukarıda zikredilen nedenlerle, Vakfımızın, kimi devlet görevlilerince, alakası olmayan konularla haksız ve keyfi bir biçimde ilişkilendirilmeye çalışılmasını ve Vakfımız hakkında kendi tercihleri ve faaliyetleriyle örtüşmeyen imajlar oluşturulmaya çalışılmasını, vakfımızla ilişkiye geçenlerin baskı altına alınmasına yönelik sorgulamalar yapılmasını ve sonuçta vakfımızın hedef yapılmaya çalışılmasını, haksız ve hukuka aykırı bir işgüzarlık olarak değerlendiriyor ve bu tür hukuksuzluklara bir daha sebebiyet verilmemesi için gerekli soruşturma ve uyarıların yapılmasını talep ediyoruz.
Ayrıca, bu tür hukuksuzlukları gerçekleştiren TEM görevlileri hakkında yasal prosedürün işletilmesini, aksi taktirde Vakfımıza yönelik bu tür hukuksuz işlemlerin devamı halinde, hukuki yollara başvuracağımızın, ayrıca bu tür hukuksuzlukları gerçekleştiren görevlilerin isimlerini basına da açıklayıp ifşa edeceğimizin bilinmesini istiyoruz.”
(http://ilkav.net/haber-333-ilkav-baskani-mehmet-pamak–tem-sube-mudurlugu-gorevlilerinin-ilkav-hakkindaki-haksiz-sorgulamasini-kinayarak–sorusturma-acilmasini-istedi.html)
Bu uyarımızdan sonra suskunluğa çekildiler ve olayı kapattılar.
KATİL ABD’yi ve ONUN YANINDA YER ALAN GÜLEN’i ELEŞTİRİDĞİMİZ İÇİN HAKKIMIZDA DELİL UYDURMAYA, İFTİRA ATMAYA KALKIŞTILAR
Radyo Denge: Hatırladığım kadarıyla bir de, Amerika’nın kendi uluslararası hukuklarını da çiğneyerek gerçekleştirdiği alçakça bir suikastla Usame Bin Ladin’i şehid etmesi üzerine, bir grup Müslüman yazarlar olarak bir bildiri yayınlamıştınız ve yine aynı çevreler üzerinize gelip soruşturma açmışlardı ve savcılıkta verdiğiniz ifadenizi internet ortamında okumuştum, siz o zaman da bu Cemaatin emniyet bürokratlarının hukuksuzluklarını ifşa edip suç duyurusunda bulunmuştunuz? Olay nasıl gelişti ve sonuç ne oldu?
Pamak: Evet ifade ettiğiniz gibi, bizim 8 Müslüman yazar olarak imzalayıp yayınladığımız; Usame Bin Ladin’in şehadetine yol açan, kendi uluslararası hukuklarını da çiğneyen Amerikan zulmünü, bir Müslüman’ı evinde ailesinin içindeyken suikastla katleden Amerikan caniliğini protesto bildirisi için açılan soruşturma sırasında, cemaatin etkisinde olup bugün görevden alınmış bulunan yandaş emniyet bürokratlarının bizim hakkımızda nasıl asılsız delil oluşturma oyunu içine girdiklerini ortaya koymuştuk. Aleyhimizde kanaat oluşturmak ve savcıyı terörist olduğumuza ikna etmek için, suç duyurusu yaptıkları dosyamıza nasıl uydurma bilgi ve belgeler koyup iftiralar attıklarını tespit ve ispat ederek suç duyurusunda bulunmuştuk. İsterseniz internette de yayınlanmış bulunan savcılık ifademizden alıntıyla olayı ortaya koyalım:
“Dosyada yer alan TEM (Terörle Mücadele) Şubesi tutanağında, daha girişte mesnetsiz ve zanna dayalı subjektif bir yaklaşımla, hukuka aykırı bir biçimde, asla kabul etmediğimiz ve kendimizi tanımlamadığımız bir adlandırmaya gidilerek, Başkanı olduğum İLKAV’ın “radikal dini örgüt” olarak nitelendirilmesi, hukuk adına utanılacak bir yaftalamadan ibarettir. TEM Şubesi yetkililerinin, bu tür haksız yaftalamaya yatkın kendi kişisel yapıları, tercihleri ve kanaatleri böyle olsa bile, resmi bir belgede hakkımızda bu subjektif yaftalamayı zikretmeleri ve hakkımızda, bizim asla kabul etmediğimiz, hatta kendimize haksızlık kabul ettiğimiz bir tanımlama yapmaları, hangi hukuk anlayışıyla bağdaştırılabilir? Kendi vatandaşlarını, onların istemediği, hatta kendilerine hakaret gibi kabul ettiği emperyalistlere ait jargonlarla karalamaya cüret eden yönetim ve bürokrasi, emperyalizmden bağımsız bir ülkede mümkün müdür? Sömürgeci emperyalist devletlerin Müslümanları kategorize edip, kimilerine “radikal” yaftası yapıştırmasını, emperyalizmin kuşatmasından özgürleşmiş zihinlere sahip bürokratlar kabul edebilirler mi? TEM Şubesinin kendi subjektif kanaatlerini, emperyalistlerin jargonlarıyla örtüşen karalamaları, vergileriyle maaşlarını ödeyen vatandaşlarına, ülkesinin Müslümanlarına resmi bir yazıda yakıştırmaya kalkması, emperyalizmin etkisi altında olmaktan başka ve savcıları yönlendirme amacı dışında ne ile izah edilebilir? Bizler aşağıdaki bölümlerde yer verilen resmi yazılar dâhil, her platformda, sürekli bir biçimde kendimizi, Kur’an ve sünnete dayalı sahih İslam inancına bağlı Müslümanlar olarak tanımlamaktayken, TEM Şubesinin resmi yazışmalarında, bizim kendimizi tanımlamadığımız yaftalamalarla zikretmesi, en azından açık bir hak ve hukuk ihlalidir.
“Diğer taraftan, hem TEM tutanağında, hem de söz konusu resmi yazışmalarda tekrarlanan dikkat çekici bir başka husus, yayınlanan açıklamamız için “Mehmet Pamak’ın kaleme aldığı yazı” nitelemesinde bulunmalarıdır. Evet doğrusu da bu. Yani bu açıklamayı ifade edildiği gibi ben kaleme aldım ve internet ortamında paylaştım, başka yazar kardeşlerimiz ise bilahare internet ortamında imzalarını attılar. Bu sebeple bu açıklamanın muhtevasıyla ilgili bütün sorumluluk bana aittir. Hiçbir suç unsuru taşımadığına inanmakla beraber, bu haklı ve adil açıklamayı kaleme almaktan doğan bir sorumluluk varsa onu üstlenmekten şeref duyduğumu ifade ediyorum. Ancak, TEM Şubesi yetkilileri, bu açıklamayı benim kaleme aldığıma dair kullandıkları kesin ifadeyi hangi bilgiye dayandırmış olduklarını açıklamakla mükelleftirler. Ben söylemediğime ve emniyet yetkilileri de gaybı bilme imkânına sahip olmadıklarına göre, bu kesin bilgiye ulaşıp, bu kadar tereddütsüz ve emin bir ifadeyle, “benim kaleme aldığıma” dair bilgiyi tutanak ve yazılarına geçirmeleri ne anlama gelmektedir? Telefonlarımı dinlemeden ve internet üzerinden gerçekleştirdiğim yazışmalarımı takip etmeden bu bilgiye ulaşmaları mümkün olmadığına göre, savcılıkça bu konudaki dinleme, izleme ve takip için mahkeme kararı olup olmadığı araştırılmalıdır. Bu konuda ve hakkımızda “radikal dini örgüt” gibi haksız tanımlamalar yapmaları ve bizi emperyalist jargonlarla yaftalamaya kalkışmaları sebebiyle, TEM yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulunuyorum.
“TEM (Terörle Mücadele Şubesi) yetkililerince hazırlanıp suç duyurusu amacıyla savcılığa sunulan tutanakta, “Mehmet Pamak isimli şahsın Sivas Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından 12. 11. 1998 tarihinde yaptığı bir radyo programı nedeniyle hakkında yapılan bir soruşturma neticesinde (Suç adı: Terör Amaçlı Suçlar) yakalandığı kaydının bulunduğu” ifadesine yer verilerek, savcılık ve yargı “terör amaçlı suçlar”la bağlantılı olduğum iftirasıyla yönlendirilmek istenmiştir. Üstelik bir TV konuşmasında düşüncelerini özgürce açıkladığından dolayı, elinde hiçbir delili ve yargı kararı olmadan “terör amaçlı suç”tan yakalanma iftirasıyla, “terörist” damgası vurmaktan çekinmeyen TEM yetkililerinin bu tutumu ve tespiti ne kadar doğru ve ciddiyse, bildirimiz hakkındaki tutum ve suç duyuruları da ancak o kadar ciddiye alınmaya değerdir. Birincisi ne kadar yanlış ve hukuksuzsa, ikincisi de en az o kadar yanlış ve hukuksuz bir yakıştırmadan ibarettir.
“TEM tarafından yapılan bu suç duyurusunun sebebi, açıklamamızda, Usame Bin Ladin hakkında emperyalist devletlerle aynı nefret duygularını taşıdıklarını (Bush, Sharon gibi küresel işgalci katiller dururken, “bir insanın ölümünden memnuniyet duyulamayacağını” açıklayan Papalığın gerisine düşerek, “en nefret ettiği insan”ın bu Müslüman olduğunu açıklayan ve bir Müslüman’ın bu tür bir hukuksuzlukla öldürülmesine memnun olduğunu beyan eden ve emperyalizmin memnuniyet saflarında yer alan) açıklamaları sebebiyle F. Gülen ve A. Gül hakkında da eleştirel bir yaklaşıma yer vermemizdir. O zaman da, ister istemez, aslında Gülen ve Gül hakkındaki eleştirimizden rahatsız olan TEM Şube Müdürlüğünün, onlara yönelik eleştirilerimizden kalkarak suç duyurusu yapma imkânını bulamayınca, emperyalistlerce oluşturulan Usame Bin Ladin’in suçlu olduğu önyargısını kullanarak, hakkımızda “suçu ve suçluyu övme” konusunda suç duyurusunda bulunmuş olabileceği sonucu çıkmaktadır.
Bu sebeple, aslında hakkımızda soruşturma açılmasının temel sebebinin de, bizim bu çelişkiye dikkat çekerek, bir Müslüman’ı hukuksuz bir saldırı ve suikastla katleden emperyalizmin memnuniyet saflarında yer alan Fethullah Gülen ve Abdullah Gül’ün, Papa’nın ve Alman yargıcın bile gerisine düşen bu emperyalizmle örtüşen tutumunu eleştirmemiz olduğuna inanmaktayım.
Türkiye devleti ve bürokrasisi, hukukun değil de küresel korsanların, emperyalist terör devletlerinin ve vahşi hukuksuzluklarının safında mı yer alıyor? Anlaşılan odur ki, bu çelişkiye dikkat çekerek eleştirdiğimiz yeni statükonun sahipleri ve özellikle emniyet başta olmak üzere bürokraside örgütlenenler, özgürlük vadiyle oluşturdukları yeni statükoda, kendilerine yönelik eleştirileri baskıyla susturmaya çalışacaklar, düşünce özgürlüğünü de sadece egemen sisteme eklemlenen kesimlere ve kendi yandaşlarına tanıyacaklardır. …yeni statükonun sahipleri, eski statükonun zulmünden kaçan, bu zalim ulusalcı Kemalist statükonun tasfiyesi için adalet ve özgürlük mücadelesi veren, ancak emperyalizmle işbirlikçilikleri ve ülkedeki adaletsizlikleri, (İslam’ı ve Müslümanları Protestanlaştırma) dönüştürme projeleri sebebiyle kendilerini de eleştiren bizler gibi muhaliflere daha rafine yöntemlerle zulmetmeye devam edeceklerine dair sinyaller vermektedirler. Yani eski statükonun ezilenlerinden bir kısmı, oluşturdukları yeni statükoda ezenlerimiz olmaya aday görünmekte ve bizim eski statükoda olduğu gibi yeni statükoda da ezilmeye devam edeceğimiz anlaşılmaktadır.
“Yeni Statükonun, Görece de Olsa Adalet ve Özgürlük Vaadi Sadece Yandaşlar İçin midir?
Yeni statükoyu oluşturan kadroların demokratik değişim iddialarının karşılığı nedir? Vaat edilen görece adalet ve özgürlük, sadece yandaşlar, destekçiler için midir? Daha zalim eski statükoya karşı çıkıp, yenisinin görece daha olumlu olabileceğine dikkat çeken, ancak yeni statükonun da, İslami ölçüleri ve vahyi hükümleri esas almaması sebebiyle ve emperyalistlerle kurduğu ilişkinin doğal sonucu olarak sahici ve bütüncül adaleti gerçekleştiremeyeceğini söyleyerek, yeni statükoya da eleştirel yaklaştığımız için potansiyel suçlu sayılıp sürekli takip altında mı tutulacağız? Bizler, ilahi vahyi temel belirleyici kabul eden ve ona teslim olan Müslümanlar olarak, laik batıcı ulusalcı sistemin hiçbir versiyonunu benimsemeyip, kadrolar değişse de, görece olumlu sistem içi değişimler yaşansa da taguti olma niteliği devam eden yeni statükonun haksızlıklarını, adaletsizliklerini de eleştirmeyi sürdürdüğümüz için, temel hak ve özgürlüklerimiz sürekli takip ve tehdit altında mı olacak? Görece ve sistem içi de olsa özgürlük ve adalet vaatlerinde samimi olanların, bu vaatlerinin ayrım yapmadan herkesi kapsamasını sağlamaları gerekmiyor mu?
“Bu amaçla da öncelikle, emniyet bürokratlarının ve savcıların, sadece belli siyasi görüşlerin ya da cemaatlerin değil, ayrımsız olarak bütün kesimlerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alma duyarlılığına kavuşturulmaları gerekmiyor mu? (on yıllardır süregelen) düşünce özgürlüğüne yapılan bürokratik müdahalelere, (yeni statüko döneminde) bir de siyasi iktidarı ve kimi cemaatleri savunma refleksiyle yapılan sübjektif ve tarafgir müdahaleler eklenmiştir. Eski despot statükodan çok çekmiştim ve sürekli savcılık ve mahkemelere gitmek zorunda bırakıldığım yaklaşık 15 yıl geçirmiştim. Görece adalet ve özgürlük vaat ederek oluşturulmaya çalışılan yeni statükoda da aynı sorgulamaların azalsa da sürdürülüyor olması düşündürücüdür. Son beş yılda, yaptığımız basın açıklamalarında ifade ettiğimiz düşüncelerimiz sebebiyle, defalarca emniyet kaynaklı suç duyuruları yapılmış ve insan haklarına bağlı ve mevcut yasaları objektif uygulayan savcılara denk geldiği için, hepsinde de takipsizlik kararları verilerek bu hukuksuzluk engellenmiştir. Ancak işi gücü bırakıp, önyargılı işgüzarlıklarla düşünce adamlarını takip etmeyi iş edinmiş bulunanlar, düşünce açıklamalarıyla “terör suçları” arasında nasıl bir bağ kuruyorlarsa, TEM Şubesinin gayretkeşliğinde görüldüğü gibi yeni suç duyuruları yapmaya devam etmektedirler. Hakkımızdaki bu son suç duyurusu ise, artık bardağı taşıracak derecede husumetle ve savcıları yönlendirme amaçlı haksız nitelemelere de yer verecek bir içerikle hazırlanmış olduğu imajını vermektedir….
“…görece daha özgürlükçü olma, beşeri de olsa AB standartlarındaki bir hukuku egemen kılma vadiyle yeni statükoyu oluşturanlar, daha yeni statükoyu oluşturma safhasında bile bizi susturmak istiyorlar. İslami kimlik ve ilkelerimizden taviz verip, bireysel ibadetlere indirgenip, hukuki, siyasi, ekonomik alanları düzenleme iddiasından vazgeçip küresel kapitalist sisteme entegre olmuş “Ilımlı İslam” algısına razı olmadığımız, küresel ve yerel seküler sisteme teslim olmadığımız ve sonuçta kendilerinden sayılmadığımız için, düşünce özgürlüğümüz ve temel haklarımız yok sayılmakta, kendimizi ifade etmemiz engellenmek istenmektedir.
“Yukarıdaki bölümlerde sebepleri açıklandığı üzere, düşünce özgürlüğümüzün, görece özgürlük vadeden yeni statükoda da tehdit altında olduğu anlaşılmakta, vaat edilen görece özgürlüğün, sadece sistem yanlılarını ve yeni statüko yandaşlarını kapsadığı anlaşılmaktadır. Bürokrat ve hukukçuların, siyasi iktidarların ya da bağlı oldukları cemaatlerin değil de, ayrım gözetmeden her kesimin ve herkesin temel haklarının, hukukunun koruyucusu, herkesin hak ve özgürlüklerin güvencesi olmalarını temine matuf bir eğitim, hukuki düzenleme ve yönlendirmenin temin edilmediği anlaşılmaktadır. Bu sebeple de, bürokrasiye ve iktidara egemen siyasi ve cemaatsel yapıların dışında kalanların hak ve özgürlüklerinin bizzat bürokratlardan ve yargıdan gelebilecek tehditlerin altında bulunduğu anlaşılmaktadır. Savcılık olarak, siyasi ve cemaatsel reflekslerle yapıldığını sandığımız bu hukuksuz ve haksız suç duyurusunu dikkate almayarak, mesnetsiz ve uyduruk iddialarla yargıyı aleyhimize yönlendirme çabalarını boşa çıkarmalısınız.”
(http://www.ilkav.org/web/haber-158-mehmet-pamak—usame-bin-ladin%E2%80%99in-hukukunu-savunmak-insani-ve-islami-sorumluluktur-.html)
Bütün bu hukuksuzlukları hukuk adına yapacak bir zulmü işleme cüretini göstermelerinde, muhtemelen Amerika ve İsrail ile işbirliklerinin de rolü olmuştur. Yani bu bildiride yer alan Gülen’e yönelik haklı eleştirimizden rahatsız olmaları yanında, bir de müttefikleri olan Amerika’nın zulmüne yönelik itiraz ve protestomuz da Gülenci kadroları bu hukuksuz saldırıyı yapmaya yönlendirmiş olabilir. Bu kadro emniyette ürettiği uyduruk belgelerle, uyduruk suç isnatlarıyla savcıyı aleyhimizde dava açmaya zorluyor gibiydi. Hatta ifade verdiğim savcı da muhtemelen ya bunlardan olmayıp erdemli bir insan olduğu ya da bu kadar haklı ve pes etmeyecek bir yapıda olduğumuzu gördüğü için, “Mehmet bey o bildiri yaklaşık bir aydır internette yayınlanıyor, artık yeteri kadar okundu, hiç değilse bundan sonra kaldırsanız, çok baskı altındayız” demişti. Ve ben de “herhangi bir suç içermediğini, Gülen’i eleştirmenin suç sayılamayacağını ve bu sebeple de kaldırmayacağımızı” ifade ettim. Savcı da uzun süre beklettikten sonra, yasalar çerçevesinde yapması gerekeni yaparak takipsizlik kararı verdi. Bugün Başbakan’ın “Paralel Devlet” deyip ihanetle suçladığı emniyet ve yargıyı ele geçirmiş yapı, o gün bu kadar hukuksuz biçimde üzerimize geldiğinde, AKP hükümeti sessiz kalıyordu.
“PARALEL YAPI” O GÜN BİZE BU KUMPASLARI KURARKEN
SEYREDEN AKP HÜKÜMETİ BUGÜN AYNI DELİKTEN ISIRILIYOR
Radyo Denge: İlginç doğrusu birilerinin ancak bugün görebildiği gerçeği siz daha o zaman görmüş ve suç duyurusunda bulunmuşsunuz. “Paralel Yapı”yı siz o zaman tespit ve ifşa etmişsiniz, ama siz iktidar yandaşı olmayınca dikkate bile alınmamış. Bugün iktidar aynı delikten kendisi de ısırılınca meydanlarda bağırıp duruyor. Doğrusu şu ki, çok ibret verici bir durum.
Pamak: Evet sizin de tespit ettiğiniz gibi, işte bu belge ortaya koymaktadır ki, daha 21/06/2011 tarihli savcılık ifademde, henüz AKP öncüleri Gülen cemaatiyle kol kola ve birlikte yeni statükoyu oluşturmaya devam ederken, Gülen cemaatinin emniyet ve yargıdaki bürokratlarının “paralel devlet” gibi çalışıp kendilerini eleştirenlere ve somut olayda da bize “kumpaslar” kurduğunu, hukuksuz dinlemeler yaptığını, asılsız suç delilleri üretip iftiralar attığını ortaya koyup suç duyurusunda bulunmuştum.
Bakın bu serüvende açıkça ortaya çıkan şudur ki, 1- Afganistan’daki ABD ve NATO emperyalizmine, işgal ve katliamlarına karşı ABD elçiliği ve NATO temsilciliği önlerinde, 2- İsrail’in Filistin’deki işgal ve terörünü protesto amaçlı İsrail elçiliği önünde defalarca gerçekleştirdiğimiz kitlesel katılımlı protesto eylemleri, 3- Gazze saldırısı ve katliamını protesto amacıyla İsrail takımının maçını iptale zorlayan kitlesel eylemimiz 4- Gülen’e ve hareketine yönelik Cemaatin a- geleneksel hurafelerle dolu din algısı oluşturmak suretiyle, b- Papalık misyonuna “hizmet” sunulan dinler arası diyalog çerçevesindeki Hıristiyanlaştıma çabalarıyla, c- İslam’ı ve Müslümanları protestanlaştırma amaçlı emperyalist projelerle örtüşen “hizmet”iyle gerçekleştirdiği dini tahrif ve emperyalizme “hizmet” çalışmalarını ilmi eleştiriye tabi tutup ifşa ettiğimiz için; Gülen cemaatinin emniyet ve yargı içindeki uzantıları, hem kendi hak-batıl karışımı dinlerini ve çıkarlarını, hem de müttefiklerini korumak refleksiyle 6-7 yıldan bu yana bize ne yapmaya çalışmışlarsa bugün aynısını yıllardır ortaklık ettikleri AKP hükümetine yönelik olarak yapmaya çalışmaktadırlar.
Önceki bölümlerde ortaya koyduğum delillerle, bugün “Paralel Yapı” olarak nitelenenler tarafından bize yapılanlar şunlardı; 1- Gözaltına aldıkları, Afganistan’a gidip gelmiş gençlere yönelik sorgulamalarda, önce onlarla, sonra da onlar üzerinden el-Kaide ile aramızda bir bağ kurmaya yönelik zorlama ifadeler alarak bir operasyon hazırlığı yapmaktı. Elhamdülillah bunu erken fark edip ifşa edip üzerine giderek savmıştık. 2- Cemaatin küresel müttefiklerini rahatsız eden, İsrail maçının iptali, İsrail’e ve ABD’ye yönelik diğer etkinlikler, işgal ve katliamlarının protesto edilmesi suretiyle eylemlerimiz, açıklamalarımız sebebiyle İLKAV ve Radyo Denge’ye yönelik suç duyuruları sonucu defalarca soruşturma açılmasının sağlanması, yaptırım uygulanmasının zorlanması. 3- Usame Bin Ladin’in şehadeti dolayısıyla yayınladığımız bildiri muhtevasında hem Cemaatin küresel müttefiklerini rahatsız eden muhteva, hem de Gülen’e emperyalistlere yandaş açıklamaları sebebiyle yapılan eleştirimiz sebebiyle Emniyetteki kadroları aracılığıyla üç ayrı suçu birlikte işlemişlerdi; a- Telefonlarımızın hukuksuz biçimde dinlendiğini ortaya koyan bizden başkasının bilmediği bilgilerin Savcılığa yapılan suç duyurusu dosyasına konması birinci suç ve hukuk ihlaliydi. b- Savcılığı ve yargıyı aleyhimizde şartlandırmak amacıyla, daha önce “terör suçundan tutuklandığımıza” dair bilgi ve belge uydurulması ikinci bir suç ve hukuk ihlaliydi, sahtecilikti. c- Tamamen “Paralel yapı”nın subjektif önyargısını yansıtan ve hukuki hiçbir delile dayanmayan haksız bir yaftalamayla ve yine yargıyı aleyhimize yönlendirmek amacıyla İLKAV’ın “radikal dini örgüt” olarak nitelendirilmesi de üçüncü bir suç ve hukuk ihlaliydi. Biz bütün bunları o yıllarda ifşa edip suç duyurusu yaptık ama kimse dikkate almadı.
O zaman kimse dikkate almayınca da bu dinleme zulümleri, bürokratik kumpaslar, asılsız belge, bilgi ve kaset üretmeler devam edip geldi. Ve bugün bize yapılanların bir benzeri AKP hükümetine yönelik olarak tekrarlanıyor. AKP hakkında da, “el-Kaide bağlantısı kurup, kendilerince terörle işbirliği halinde göstermeye yönelik, MİT’in Suriye’ye yardım TIR’ı olayında olduğu gibi, operasyonlar yapılıyor. AKP hükümeti de İsrail’le ilişkileri bozuyor ve ABD’nin kimi politikalarına aykırı davranıyor iddiasıyla ve Gülen’i eleştirdiği, artık her istediğini vermediği için sürekli yeni operasyonlara muhatap kılınıyor, haklarında bilgi, belge ve kasetler uydurulup ifşa edilerek, yandaş emniyet mensupları ve savcılarca soruşturma ve davalar açılarak iktidardan düşürülmeye çalışılıyor. Tıpkı AKP hükümetinin bize yönelik kapatma davasını müteakip aynı gerekçelerle eski statüko tarafından AKP hakkında kapatma davası açılmış olması gibi, “Paralel Yapı” bize bu zulümleri yaparken AKP hükümeti onlarla “ne istediler de vermedik” ilişkisi içindeydi, şimdi de aynı yapı bize yaptıklarının daha gelişmiş ve daha çeşitlendirilmiş halini bugün AKP hükümeti için tekrarlıyor. Ancak biz yine, o gün AKP kapatma davasını da halkın iradesine zorba bir saldırı ve zulüm olarak görüp protesto ettiğimiz gibi, bugün de yeni statükonun bürokratik vesayetçisi olan “Paralel Yapı”nın darbe girişimlerini, ahlaksız dinlemelerini ve emperyalistlerle işbirliği halinde halkın iradesine ipotek koymaya, halkın kaderini belirleme özgürlüğünü elinden almaya kalkmasını aynı sebeple tel’in edip kınıyoruz.
STATÜKONUN SAHİPLERİ ÇIKARLARINI KORUMAK İÇİN,
MUHARREF “STATÜKO DİNİ”yle KİTLELERİ ALLAH İLE ALDATIRLAR
Radyo Denge: Tekrar başa dönecek olursak ilk soruma cevap verirken, sizi dinlemeleri hususunda “İlkesel olarak bunu yakıştırır ve beklerdim” derken neyi kastettiniz?
Pamak: Resulullah (s) İbrahim (as)’ın da davetçisi olduğu tevhidi mesajı Mekke cahiliye toplumuna tebliğ etmeye başladığında, Mekke müşrikleri ve egemen şirk sistemi, İbrahim (as)’a iftirayla nispet ettikleri “Atalar Dini” olan şirk dinine sahip çıkarak Hz. Muhammed’e (s) ve ilk Kur’ân nesline saldırıya geçmişlerdi. Ona ve arkadaşlarına her türlü zulmü, hakareti, işkenceyi, ekonomik ve sosyal boykotu ve yurdundan sürüp çıkarmayı reva görmüşlerdi. Üstelik İbrahim (as)’ın dini olan aynı tevhid dinine davet eden son nebiye, “sen atamız İbrahim’in dininden saptın” diyecek kadar da kendilerini hak dinin müntesipleri zannediyor ve öyle iddia ediyorlardı. Peygamber (s)’in getirdiği vahyin mesajını, tevhidi daveti ise sapma olarak niteliyorlar ve yayılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Niye? Çünkü Allah’a ve İbrahim (as)’a nispet ederek, Hak dinden içeriğini bozarak aldıkları “Kabe’de tavaf, Hac”, “namaz”, “kurban” vb. ibadetleri de karıştırarak ürettikleri Hak-Batıl karışımı cahiliye dininin kitleleri aldatması üzerine kurdukları statüko kendilerine iktidar ve rant sağlıyordu. Bu sebeple de, iktidar ve rant avantajlarını korumanın yolunun statükoyu korumaktan, statükoyu korumanın yolunun da bu “atalar dini” algısını korumaktan, bu dinle halkı, mustaz’af kitleleri uyutup aldatmaktan geçtiğini görüyorlardı. İşte bu amaçla, tevhidi mesajın, Hak dinin insanlara ulaşmasını engellemeye çalışıyorlardı. Peygamber (s) ve onun davetine icabet eden mü’minleri, tehdit edip baskı altına alıyor, takip ediyor, zulmediyor, işkencelerle sarsıyor, şehid ediyor, ekonomik ve sosyal boykotlarla kuşatıp yurtlarını terke (hicrete) zorluyorlardı.
İşte bugün de, tevhid dininin akîdevi ilkelerini terk ederek, önce geleneksel bid’at, hurafe ve İsrailiyat nevinden birçok uyduruk rivayeti, menkıbeyi, sonraki dönemlerde de laiklik, demokrasi, liberalizm gibi seküler paradigmanın ürettiği modern cahiliye kültürüne ait ürünleri karıştırarak oluşturdukları hak-batıl karışımı din anlayışını temsil edenler, tevhidi mesajı, Kur’ani ölçülerle ve Resulün örnekliğinde ortaya konduğu gibi net olarak insanlara ulaştırmak isteyenleri düşman olarak görüp saldırıyor, önlerini kesmeye çalışıyorlar.
Bunlar, İslam’ı ve Müslümanları “Protestanlaştırmaya” dair projeler içinde rol üstleniyor ve insanları kapitalizmle, laiklikle uzlaştırılmış, bireysel ibadetlere indirgenerek, siyasal, hukuki, ekonomik iddialarından uzaklaştırılmış, emperyalistlerce de “Ilımlı İslam” adı verilen bir dine çağırıyorlar. Çünkü bugün sahip oldukları güç, itibar ve iktidar, insanları bu hak-batıl karışımı din anlayışıyla kandırıp sömürmelerinin sonucudur. O halde bu imkanlarını korumak ve devamlılığını sağlamak da, ancak bu din algısına iman edenlerin bu inançlarının sürmesiyle mümkündür. Bu sebeple de, tevhidi mesajı Peygamber’den devraldıkları gibi arı, duru içerik ve netlikte insanlara ulaştırmak isteyenleri, bu şirk dini adına düşmanlaştırıp hedef alıyorlar. Tıpkı Mekke statükosundan beslenenlerin Hz. İbrahim’e (as) nispet ettikleri atalar dini adına Hz. Muhammed’i düşmanca hedef aldıkları gibi.
Mekke müşrikleri ve egemen şirk sistemi, nasıl Resulullah (s)’in tevhidi davetini, vahiyle toplumu arındırıp yeniden inşa etmesini engellemeye çalışmışlar ise, bugün de “imanına zulüm/şirk bulaştırmak” (En’am 82) suretiyle, “Ey iman edenler iman edin” (Nisa 136) ayetinin uyarısına muhatap hale gelmiş olup günümüz statükosunu temsil edenler de, günümüzün tevhidi davetçilerini engellemeye çalışacaklardır. Bu sebeple, bu tür statükocu atalar dini müntesibi kesimlerden, tevhide, Hakka çağıranlara yönelik tuzakların, ahlaksız ve hukuksuz dinleme ve takibata dayalı baskıların, tehditlerin, saldırıların, zulümlerin, yasakların ve her türlü engellemelerin sadır olması, batıla yakışan doğal bir sonuç olarak görülmelidir. Ve bu insanlık tarihi boyunca hep böyle olmuştur. Onun için ilkesel olarak böyle bir durumu batılda olanlara yakıştırır ve beklerdim dedim.
MUHALEFETİ SUSTURMAK VE TASFİYE ETMEK İÇİN,
HUKUKSUZ DİNLEMELERLE ZULMEDER, ŞANTAJA BAŞVURURLAR
Radyo Denge : Bu durumda, İslam davetçileri dışında aynı zamanda AKP öncülerinden ve seküler kesimlerden de birçok insanı dinledikleri hususu nasıl izah edilmeli?
Pamak : Şüphesiz, diğerlerini de farklı sebeplerle dinliyorlar. Çünkü bir güç ve iktidar olma savaşı veriyorlar. Bu sebeple de güç, iktidar ve rantı ele geçirmelerine, ya da ele geçirdiklerini muhafaza etmelerine engel olacaklarına inandıkları kesimleri de, ya tasfiye etmek, önlerinde engel olmaktan çıkarmak ya da bu yolla elde ettikleri açıklarını kullanarak, şantaj yaparak yanlarına çekmek yahut da bu tür insanları çıkarları uğrunda kullanmak amacıyla dinliyorlar. Ayrıca iktidar ve rant kavgasında rakip gördükleri kesimlerin dinlemelerle yakaladıkları açıklarını topluma duyurarak onları yıpratıp, kitle desteklerini azaltmak, sonuçta iktidar ve güç kavgasındaki bu rakiplerini ortadan kaldırmak da istemektedirler. Aynı zamanda, bu tür farklı kesimlerin, hele de iktidar ve rant kavgasında rakip gördükleri kesimlerin öncü kadrolarının, siyasetçi, bürokrat, iş adamı, gazeteci, sanatçı, aydın ve yazarlarının kendi haklarındaki fikir, düşünce, kanaat ve planlarından haberdar olup tedbirlerini almak amacıyla da dinliyorlar.
Hatta bu rant, güç ve iktidar eksenli hastalıklı ruh hali, bugün yanlarında, içlerinde olup da ileride oyun bozanlık yapan olursa, onları susturmak için kullanacakları açıklarını yakalamak amacıyla, kendi yanındaki tam güvenmedikleri kişileri bile dinleyecek kadar ölçüsüz ve ahlaksız davranabilmektedirler. Nitekim Gülen’in yıllarca ikinci adamı konumunda bulunan Latif Erdoğan “beni bile 15 yıl süreyle dinletmiş” diye açıklama yapıyor. Bu nasıl bir ruh halidir, nasıl bir din anlayışıdır?
Bir de şunu ifade etmeliyim ki, ahlakilikle, insani erdemlerle asla bağdaşmayan söz konusu karakter zaafı, amaç için her şeyi mubah gören ölçüsüzlük bu insanları kuşattığında ve binlerce insanın özel hayatını utanmazca dinleme ve takip etme hastalığına bir kere yakalandıklarında, bunun duracağı yeri kestirmek de artık mümkün olamamaktadır. Fıtrattaki bozulma, insani erdemlerin terkiyle oluşan yozlaşma, bir de Müslümanlık adına hurafelerle, bid’atlerle dolu bir din algısı söz konusu olduğunda, bir daha ıslah olma imkanı da bulamadığından sürekli daha kötü olana doğru savrulmaktan da kurtulamaz. Ta ki tevhidi mesajla, Kur’an’ın akıdevi, ibadi, ahlaki, ameli ve hukuki ölçü ve ilkeleriyle buluşup, onunla arınıp teçhiz olana kadar bu savrulma ve yozlaşma devam eder.
GÜÇ OLMAK İÇİN KÜRESEL GÜÇ VE İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİYLE MÜTTEFİK OLDULAR VE BUNLAR TARAFINDAN KULLANILDILAR
Radyo Denge : Daha önce sizin de ifade ettiğiniz gibi, gayrimüslimlerle, emperyalist güç odaklarıyla, yabancı istihbarat örgütleriyle, ahlaki olmayan pragmatik, çıkarcı, Makyavelist, amacı için her şeyi mubah gören ilkesiz anlayışa dayalı bir ilişki biçimi içinde olmaları da bu yozlaşmayı arttırıcı etki yapmıyor mu?
Pamak : Evet çok doğru, özellikle de bu ilkesiz ve çıkarcı ilişkilerle kurulan ittifaklar, güçlü olanın güçsüz olanı kullanması sonucunu doğuruyor ve egemen olanın kendi değerleriyle diğerini kuşatıp kendisine benzetmesine yol açıyor. İslam düşmanlarıyla kurulmuş bu ilkesiz ve pragmatik ilişkinin yozlaştırıcı, dönüştürücü etkisiyle beraber, bir de vahye aykırı olan din algıları sebebiyle fıtri, insani erdemleri de büyük ölçüde zaafa uğradığı için bu kadar acımasız ve ahlakilikten uzak işlere ibadet aşkıyla bulaşabiliyorlar
Hele bir de, Gülen hareketi için, kendi çevrelerinden olan Prof. Hakan Yavuz’un eleştirmek kastıyla değil de objektif bir tespit olarak içeriden yaptığı ve muhtemelen olumlu bulduğu nitelemeye göre “Türk Siyonizmi” deniyorsa, ki bence de öyledir, o takdirde durum daha da vahim bir veçhe kazanmaktadır. Bilindiği üzere Siyonizm, tahrif edilmiş Tevrat’a dayalı batıl bir din olan Yahudilik içinde ırkla dini sentez edip “Yahudilerin üstün ırk olduğunu iddia eden ve Tanrılarının kendilerine tahsis ettiğine iddia ettikleri vaadedilmiş topraklar üzerinde yaşayan halkların vatanlarını işgal etme, onları katletme hakkını kendisinin ilahi hakkı olduğuna” inanan ırkçı ideolojik bir akımdır. Ve bu dine inananları ve çıkarlarını kutsallaştıran, kendilerini “Tanrının seçilmiş ve kayırılmış has kulları” olarak niteleyen, diğer bütün kesimleri ise köle gibi addedip kendilerinin hizmetine sunulmuş yaratıklar olarak gören sapkın bir inançtır. Bu sebeple de onlar üzerinde her türlü tasarrufa hak sahibi olduklarına inanan, diğerlerinin ise hiçbir hak ve hukukunu kabul etmeyen ve tanımayan bir inanç olarak taraftarlarını zalim bir cinayet şebekesine dönüştürmüş bulunuyor. Bu sebeple Siyonistler, yaptıkları bütün zulüm ve katliamları ilahlarının kendilerinden istediği bir ibadet olarak algılıyorlar. İşte Siyonizmin, böylesine sapkın hurafelere, Allah adına uydurulmuş batıl inançlara dayandığı halde kendilerinden olmayanları güdülecek sürü olarak gören üstünlük ve seçilmişlik psikolojisine dayalı bir taassubu temsil ettiği dikkate alındığında, Türk Siyonistlerinin yapa geldikleri daha anlaşılır hale gelmektedir. Ayrıca, “Türk Siyonizmi” tanımı üzerinde düşününce, “bu kesimin Siyonist İsrail’e karşı yakınlığının bir sebebi de bu mudur” diye düşünmekten de insan kendini alamıyor doğrusu.
Radyo Denge : Nasıl yani?
Pamak : 1960’lı ve 70’li yıllardaki ülkücülüğümüz aklıma geldi. Bildiğiniz üzere ben 1968 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde kurulan ilk Ülkü Ocağı’nın yöneticileri arasındaydım. O zaman biz kendimizi “Türk-İslam” sentezine inanan “Türk Milliyetçileri” olarak tanımlardık. Düşüncemizi “Milliyetçi-Toplumculuk” olarak ifade etmiştik. Yani “Nasyonel Sosyalizm”in Türkçesi. Açıkça kendimizi Alman Nazilerine ve İtalyan Faşistlerine yakın hissederdik. O zaman ülkücüler içinde en çok okunan kitaplar, Hitler’in “Kavgam” olarak tercüme edilmiş kitabı ile, Mussolini’nin mücadelesini anlatan “Kara Gömlekliler İhtilali” adlı kitaptı. Her ülkücünün evinde bu kitaplar mutlaka vardı ve benim de kütüphanemde o günden kalan bu kitaplar halen vardır. Hatta Almanya ve İtalya’da büyük yenilgiden sonra bu kesimlerin yeniden kıpırdanışa geçmesi, solcu yönetimlere, sosyalistlere ve komünistlere karşı seslerinin yeniden yükselmesi, kendilerini “anti-komünist milliyetçi” olarak konumlandıran bizim kesimi sevindirirdi.
Bunları şunun için anlattım: Eğer tercih ettiğiniz düşünce ve inanç, kullandığınız yöntem birileriyle örtüşüyorsa, doğal olarak onları yakın buluyor, etkileniyor ve hatta onların galibiyeti için sevinç, mağlubiyeti için de üzüntü duyuyorsunuz. İşte Gülen hareketinin, dünyanın büyük kısmında iş yapmak için destek aldığı için ABD ve İsrail’e sempati duymasının ve onlarla müttefik olmasının arka planında, bir de “Türk Siyonizmi” olmanın da bir etkisi olabilir mi diye düşündüm. Nitekim ABD-İsrail ittifakı Irak’ı kan gölüne çevirdiklerinde, yüz binlerce Iraklı çocuk en vahşi silahlarla katledilirken sesi hiç çıkmayan Gülen’in, Saddam’ın birkaç kıytırık füzesi Telaviv’ve düşünce, İsrail’li çocuklar için ağlaması bunu düşündürmez mi? Aynı şekilde Afganistan’da yüz binlerce kadın, çocuk, yaşlı, hasta masum insanlar, ABD ve müttefiklerinin vahşi bombalarıyla katledilirken, Afgan halkı topyekun kan ağlarken katil Bush için tek kelimelik eleştiri bile yapmayan Gülen’in, Allah yolunda Afgan halkının savunmak amacıyla kendini feda eden bir Müslüman için “Dünyada en nefret ettiğim adam Usame Bin Ladin”dir açıklaması ne anlama gelmektedir?
Yine bir başka örnek olarak, “Mavi Marmara” saldırısıyla uluslararası sularda korsanca katliam yapan İsrail’e tek eleştiri yapmadan, katliama uğrayan yardım gönüllülerini suçlayıp, Filistin topraklarında bile işgalci olup meşru otorite olma özelliği taşımayan İsrail’i uluslararası sularda bile otorite kabul etmesi ve “İsrail otoritesine itaat edilmesi” gerektiğini söylemesi ne ile izah edilecektir? Hatta büyük çıkarlar devşirip devlet kadrolarını ele geçirdikleri AKP-Gülen koalisyonunu bozup hükümete saldırıya geçmelerinin bile ilk sebebinin “İsrail ile ilişkiler konusunda hükümetin sert üslubu ve ilişkileri bozan yanlış politikaları” olduğunu bizzat kendilerinin ifade etmelerinin sebebi nedir? Bugün Fethullah Gülen’e yönelik tüm eleştirilere neden ilk itiraz ve savunma Siyonist terör devleti İsrail basınından, kuruluşlarından gelmektedir? ABD’ye yerleşmesini de, bugün her şeye rağmen orada kalıp korumasını da neden CIA ve Yahudi Lobisi sağlamış, kefil olup üstlenmiş bulunmaktadır? Daha bir kaç gün önce İsrail terör devletinin Gazze’ye yönelik yeni füze saldırısının haberini verirken STV neden “İsrail hava kuvvetleri Gazze’de teröristlere ait hedefleri bombaladı” diyebilmiştir? Sonuç olarak açıkça görüldüğü üzere, Gülen ve kadrolarının anlayışlarını, kaderlerini ve tercihlerini İsrailli Siyonistlerle, ABD’li Neo-con ve Yahudi lobisiyle bu kadar örtüştürmeleri ne anlama gelmektedir?
GÜLEN HAREKETİ “TÜRK SİYONİZMİ” OLARAK,
YAHUDİ SİYONİSTLER VE ABD İLE İŞBİRLİĞİ İÇİNDE
Radyo Denge: O halde, Gülen hareketinin “Türk Siyonizmi” olarak nitelenmesini biraz açar mısınız?
Pamak: Prof. Hakan Yavuz, Gülen hareketi için bu değerlendirmeyi daha 2004 yılında yapmış bulunuyor, Gülen için birkaç kitap yazmış ve o çevreye yakın birisi olarak Tempo Dergisi’ne verdiği röportajda şunları söylüyor: “Arka planında Türk İslamı ve Nur külliyatı var. Ama Gülen hareketini tamamen Risale-i Nur külliyatına indirgemek de doğru değil. Bu bir Neo-Nurcu hareket olarak ortaya çıkmıştır. Fakat, artık günümüzde Neo-Nurcu tanım da yeterli değildir. Bu hareket artık Nur hareketinden bağımsız bir ivme almış ve kendi fikir ve eylem havzasını oluşturmuştur. Gülen hareketinin üç aksiyon alanı var. Ekonomide, özellikle finans, tekstil ve mobilya ile teknolojik alanda güçlü olma. Eğitimde var olabilme ki; bu, Gülen’in ‘Altın Nesil’ dediği ‘şuurlu gençliği’ oluşturmayı amaçlar. ‘Altın Nesil’, uluslararası bazda İslam’a sempatik, Türk ideallerine yakın bir nesil. Üçüncüsü de medya. Sermaye, bilgi ve imaj yani. Kısaca, bu amaçları dinsel araçlarla gerçekleştirmek istediğinden ve güçlü olmayı amaçladığından dolayı harekete, bir Türk Siyonizmi de diyebiliriz.”
İşte bu zaviyeden bakınca, bunlar da aynı şekilde “Yahudi Irkçılığı” gibi “Türk İslamı” adı altında hurafelerle dolu muharref bir din (Ilımlı İslam) anlayışıyla Türkçülüğü sentez ettiler. Yahudiler tahrif ettikleri Tevrat’ın hak-batıl karışımı dinini ırkla sentez etmişler ve “Allah’ın seçilmiş evlatları” safsatası ve üstün ırk oldukları iddiasıyla dünyaya hükmetme hırsına kapılmışlardı. Yahudi Siyonistlerin ırkçı-faşist oldukları, dinlerini tahrif ettikleri halde, kelimeleri eğip bükerek bütün bunları Allah’ın emrettiğini iddia edip kendilerinin Allah’ın kayırılmış has kulları olduğu yalanıyla taraftarlarını Allah ile aldatıyorlardı. Bunlar da, Allah’ın koruması altındaki Kur’an’ı tahrif edemeyince yaptıkları batıni yorumlara dayalı çıkarımlarla kitap anlayışında tahrifat yaptılar, israiliyata dair birçok hurafeyi bu kitap anlayışının içine yerleştirdiler ve böylesine bid’at ve hurafelerle dolu hocalarının kitaplarını esas aldılar. Oluşturdukları bu hak-batıl karışımı dini Hak din olarak algılayıp yaydılar. Bu din algılarının ve batıl söylem ve eylemlerinin Hak olduğuna halkı ikna etmek için de Peygamber’i (s) onaylama makamı yaptılar. Ve Peygamber’in haşa sürekli “hizmet”lerinde olduğu “seçilmiş ruhlar” olarak “Türk İslam”ı kültürünü bütün dünyaya yayarak güç olmaya yöneldiler ve bunun için de her türlü şeytani küresel güçle işbirliği yapmaya kalkışarak, bu güçler için son derece kullanışlı bir enstrüman haline geldiler.
“GÜLENİST SİYONİZM MÜSLÜMANLIK DEĞİLDİR”
Radyo Denge : Fethullah Gülen’in “Türk milliyetçiliği” söylemi ve bu istikametteki “hizmet”i de epey güçlü değil mi?
Pamak : Çok haklısınız, inanın bu konuda birçok açık bilgi ve belge ortaya konabilir, ama söyleşi sınırlarına sığmaz. Gülen oluşturduğu hareketi; “…kendi duygu ve düşüncemizin, Türk felsefesinin önce Türkiye’de oturması için çalışma, sonra da dünyaya tanıtma adına gönüllüler hareketi..” olarak tanımlamaktadır. Bu hareketin İslami, tevhidi bir hareket olmak yerine, bir Türk kültürünü yaygınlaştırma hareketi olduğuna sık sık vurgu yapmakta ve şunları söylemektedir; “Eğer bu mesele bir iman meselesiyse, Türk milletinin birkaç bin yıllık, -çok iyi bir açılma dönemi yaşanmış olması bakımından bin yıllık- kültürünü tanıtma adına, ancak gönüllü kahramanların yapabileceği bir meseleyse, Türk dilini bir dünya dili haline getirme meselesiyse …..”. Bu Türk ulusçuluğunu ve birkaç bin yıllık (İslam öncesi dönem de kutsanmaktadır) Türk kültürünü yayma misyonu hareketin en belirleyici yanını teşkil etmektedir. Bu Türkçü hareket, başka ırklara müntesip öğrencilerin bile Müslümanlaşmasından ziyade, Türk ulusuna yardımcı olmak bilinci ve Türk sevgisiyle yetiştirilmesine büyük özen göstermekte ve böyle bir sonucun bu öğrenciler tarafından izhar edilişi, Fethullah Gülen’i çok duygulandırmaktadır. Bu hususları Gülen şöyle ifade etmektedir; “St. Petersburg’da mezuniyet töreninde bir Rus talebeye, ‘Büyüyüp bir yere geldiğin zaman ilk defa ne yapmak istiyorsun?’ diye soruyorlar. –Televizyon karşısında hıçkıra hıçkıra ağlamıştım- Çocuk, ‘Türk Milleti’ne yardımcı olmayı düşünüyorum’ diyor. Düşünün Afrika’dan, Avrupa’ya, Balkanlar’dan belki Amerika’ya kadar çok geniş bir coğrafyada Türk sevgisiyle yetişen birçok insan var.” (Mehmet Gündem, Milliyet Gazetesi, 19.01.2005).
İşte ırkını ve kültürünü bu derece dinleştirmiş olan Fethullah Gülen, sözüm ona üstadım deyip istismar ettiği Saidi Nursi’yi bile sağlığında sırf Kürt olması sebebiyle bir kez bile ziyaret etmediğini yine kendi “Küçük Dünyam” adlı kitabında yazıp, bunu da kendisinin bir Erzurumlu ve “Erzurumluların da milliyetçi olmasına” bağlamıştır. Bu kavmiyetçi yönü hiç bitmemiş ve dünyanın 150’yi aşkın ülkesine açtığı okullarla Kur’an’ın mesajını değil de sanki Allah’ın emriymiş gibi Türkçeyi ve Türk kültürünü yayma seferberliğine girişmiştir. Türk ırkçılığını ve batıl din anlayışlarını propaganda eden filmlerinde bile, batıl anlayışlarını meşrulaştırmak için Peygamber (s)’i filmdeki oyuncuların yardımcısı, destekçisi olarak kullanmaktan utanmadılar.
Türkçe olimpiyatları da, işte bu “Türk Siyonizmi”nin en önemli dini ritüeli olarak öne çıkarılmaktadır. Sanki Allah bu dili ve kültürünü yayın demiş gibi bir kutsiyet atfederek gerçekleştirdikleri Türkçe olimpiyatlarında, “Atalar Dini”nin en çok katılımlı ibadeti yüz binlerce kişiyi alan stadyumlarda gerçekleştirilmektedir. Bu “ritüel”de toplanan, zihinleri bu cahiliye dininin ölçüleriyle işgal edilip iğdiş edilmiş, vahyin belirlediği Hak dinin akîde ve ölçülerinden de habersiz kitleler, akıl baliğ olmuş kız ve erkek gençlerin tesettürsüz biçimde şarkılar söylemeleri ve kol kola danslar etmeleriyle işlenen bir çok haramı, maalesef huşu içinde ve ibadet aşkıyla alkışlayıp kendilerinden geçiyorlar. Ayrıca bir de cinsel ahlaki zaafların, evlilik dışı ilişkilerin simgesi durumunda olan kimi kadın sanatçı(!)lar da zaman zaman sahneye davet edilip gençlere rol model olarak sunulmaktadırlar. Üstelik bunca yoz ilişki ve haramın gerçekleştirildiği sahneleri alkışlarıyla onaylayarak birlikte işlenen bu kolektif günaha meşruiyet kazandırmak, gerçekten de bir ibadet olarak algılanmasını kuvvetlendirmek, yapılan işin çok büyük bir “hizmet” (!) olduğunu işgal altındaki zihinlerde pekiştirmek için olsa gerek, (ki bunun kime ve neye hizmet olduğu artık ortaya çıkıyor) bir de haşa Hz. Muhammed (s)’in da oraya geldiği propagandasını yapmaktan, Peygamber’e iftira atmaktan da utanmamakta ve Allah’ın azabından bu derece korkusuz olduklarını ortaya koymaktadırlar.
Kendilerine inananları “Allah’ın seçilmiş kulları, sürekli Peygamberce onaylanan işler yapan adanmış ruhlar” olarak tanımlayıp, kendilerinin dışındakileri sadece kendi dava ve çıkarlarına hizmet ettikleri kadar değerli saydılar. Böyle olunca da, tıpkı Yahudi Siyonistlerde olduğu gibi, kendilerinden olmayanlar için hiçbir hak ve hukuk tanımayan bu “Türk Siyonistleri”nin de neden bu kadar cüretkar, bu kadar pervasız ve kendi hak-batıl karışımı inançları, kendi cemaat çıkarları uğruna neden bu kadar acımasız, bu kadar gözü dönmüş olabildiklerini anlamak daha da kolaylaşmaktadır. Ancak Kur’ani ölçülerdeki sahih Müslümanlığı bilmeyen geniş kitleler nezdinde hâlâ “İslami cemaat” olarak kabul edildikleri için, onların bütün bu hukuksuzluklarını, dinleme ve şantaj ahlaksızlıklarının faturası da İslam’a ve Müslümanlara kesiliyor maalesef.
Daha bir hafta önce ABD’de gösteri yapan yüz bin Yahudi, muharref bir din olmasına rağmen Yahudiliğe sahip çıkıp onu daha da saptırıp ırkçı ve zalim bir siyasal ideolojiye dönüştüren İsrail Siyonizmine ve kendi adlarına yaptığı zulümlere isyan edip “Siyonizm Yahudilik değildir” diye slogan atmışlardır. En azından “Yahudi Siyonizmi”nin kirli ve kanlı işlerinden dinleri olan Yahudiliği soyutlamaya dair bir irade sergilemişlerdir. Hiç değilse Siyonizmin bunca pis işlerinin, zulümlerinin faturasının Yahudiliğe kesilmesine engel olmak istemişlerdir. Bizim ülkemizde ise, aynı süreçte Gülenist “Türk Siyonizm”nin bir sürü hukuksuzluğu, adaletsizliği, kitlesel boyutta özel hayatları dinleme ve şantaj gibi büyük bir ahlaksızlığı açığa çıkmış, bir çok pis ve kirli iş ve ilişki içinde olduğu ortalığa döküldüğü halde, bazı tevhidi uyanış süreci öncüsü yazarlar büyük bir aymazlıkla hâlâ onların İslami cemaat ve mü’min kardeşlerimiz olduklarını ilan edebiliyorlar. Halbuki hiç değilse muharref Yahudiliğe sahip çıkarak “Siyonizmin pisliğinden onu korumaya çalışan ABD’li Yahudiler kadar duyarlı davranıp, “Gülenist Siyonizm İslam ve Müslümanlık değildir” diyebilmeleri gerekmez miydi?
YAHUDİ SİYONİSTLER GİBİ, TÜRK SİYONİSTLERİN DE MUHARREF DİN İLE IRKI MECZEDEN, ALLAH’ın KAYIRILMIŞ KULLARI OLDUKLARI İNANCI VAR
Radyo Denge : Nitekim ahlaki ve hukuki olmayan biçimde dinledikleri, izledikleri kişilere ait tapeleri ya da kasetleri yine ahlaki ve hukuki ölçülere aykırı biçimde internet ortamına sızdırıp, gelişmeleri müttefiklerinin ve kendi çıkarlarının istikametinde yönlendirmeye çalışıyorlar ve tüm bu konularda sizin de ifade ettiğiniz gibi ahlaki ve hukuki hiçbir sınır ve ölçü tanımıyorlar. Bu hale nasıl geldiler? Ne yaparlarsa yapsınlar hep onlar haklı, onların her türlü zulmüne uğrayanlar ise her halükârda hepsi haksız olarak görülüyor. Gerçekten de çok ibretlik bir durum söz konusu. Dediğiniz gibi, galiba tam siyonist bir mantık işliyor.
Pamak : Evet, kendisini, vahye aykırı inancını, heva ve zanna dayalı cemaat fikir ve uygulamalarını ve ümmetin maslahatına ters cemaat çıkarlarını, doğru olup olmadığından hiç şüphe duymadan bu derece merkeze oturtmuş, Kur’an ve sünnetle uyumlu olmamasına rağmen kutsallaştırıp putlaştırmış bu zihniyetin, hele de tehlike altında olduğunu hissettiğinde yapamayacağı kötülük yoktur. Böylesine mistik hezeyanlarla kurgulanmış, Kur’ani ölçü ve ilkeleri yitirip, akletme kabiliyetini kaybetmiş işgal altındaki zihinlerin sahipleri, kendilerini ve çıkarlarını korumak için her şeyi yapabilme potansiyeline sahiptir ve işte bu yüzden de çok tehlikelidir. Çünkü yaptıkları bütün kötülüklere rağmen “Allah’ın kendileriyle beraber olduğuna, Hz. peygamber’in sürekli yanlarında ve kendilerinin bu kutsal ‘hizmet’lerinde destekçisi olduğuna” inanmaktadırlar. Kendilerinden olmayanlar ise, kutsal davaları uğrunda üzerlerinde her türlü tasarrufta bulunabilecekleri nesneler olarak algılandığı için, ötekine karşı, hiçbir ölçü tanımadan, her şeyi yapabilme cüreti ve potansiyeli yüksek olmaktadır.
Allah’ı ve Resulünü bile, kutsallaştırdıkları çıkarları ve Cemaatleri uğruna bu kadar pervasızca kullanma, istismar etme cüretkarlığının sonucu kaçınılmaz olarak bu kadar ölçüsüz, ahlakilikten ve hukukilikten bu kadar uzak bir hal olacaktır. Üstelik ulaştıkları bu gücü de halktan değil de, sızarak ele geçirdikleri devlet kadrolarındaki örgütlenmelerinden, ilaveten İslam’ın ve Müslüman halkların düşmanı olan emperyalist devlet ve güç odaklarından aldıkları için, halkın tepkisi de kendilerini durduramamakta, halkın denetimi söz konusu olamamakta, toplumsal tepki bile hallerini sorgulamalarına vesile olmak bakımından üzerlerinde bir etkinlik kuramamaktadır.
Birbirine zıt akîde ve hayat tarzına müntesip çok farklı birçok insanı aynı örgüt içine doldurup, özel hayat ayırımı gözetmeden 3 yıl gibi uzun bir süre dinleyen, takibe alan ahlak ve hukuk düşmanı bu kadronun, söz konusu dinlemelerle elde ettikleri bilgileri, açıkları kullanarak ve devlet içinde örgütledikleri emniyet ve yargı mensuplarını da seferber ederek, önlerinde engel gördükleri bir çok bürokratı uyduruk belgeler, deliller üreterek, iftiralar atarak tasfiye edip kendi adamlarını yerleştirdiklerine, kendi cemaatlerini eleştirenleri baskı altına alıp susturmaya çalıştıklarına, birçok iş adamını ikna edip yanlarına çektiklerine, kendilerine desteğe mecbur bıraktıklarına, bu yolla birçok menfaat temin ettiklerine, ticari ilişkilere nüfuz edip rant paylaşımı peşinde koştuklarına, kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere birçok gazeteciyi, siyasetçiyi, bürokratı ve iş adamını yandaş edindiklerine dair çok sayıda haber yıllardır ve bugün de sürekli medyada yer alıyor.
Bu tür dinlemelerde bir de, arkalarındaki müttefikleri konumundaki ABD ve İsrail gibi dış güçler ve işbirliği içinde oldukları bu emperyalist ülkelerin istihbarat örgütlerinin isteği olan istihbaratları toplamayı da hedefledikleri, ayrıca kendiliğinden bu emperyalist güçleri rahatsız edeceğine inandıkları şahsiyet ve kuruluşları da takibe alıp dinledikleri, ülke içinde bu emperyalist yönlendirmelere uyumlu operasyonlar düzenledikleri kesinlik taşıyan bir dille ifade ediliyor, pek çok delille ortaya konuyor.
HUKUKSUZ DİNLEMELERDEN KOALİSYONUN
HER İKİ TARAFI DA SORUMLUDUR
Radyo Denge : Peki AKP-Gülen koalisyonu dediğiniz birliktelik döneminde bu dinlemeler yapıldığına göre, her iki taraf da sorumlu değil mi?
Pamak : Bence de her iki taraf sorumludur. Çünkü Gülen grubu için “ne istediler de vermedim” diyen Başbakanın hükümeti, bizi sırf “Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim” konulu bir panel düzenlediğimiz ve orada eğitim sistemini kuşatan sekülerizmin, Kemalist pozitivizmin, çocuklarımızın zihinlerini nasıl işgal ettiğini, ruhlarını nasıl kirlettiğini, fıtratlarını nasıl bozduğunu, nasıl bir çürüme ve yozlaşmaya yol açtığını belge ve bilgiye dayanarak ortaya koyduğumuz için hedef yapmıştı. Yani AKP hükümeti, sırf resmi ideolojiye ve her türlü zulmüne itiraz sadedindeki düşüncelerimizi açıkladığımız için bizi kapatmaya kalkışmışken, Gülen’e her istediğini vermişse, devletin bütün önemli kadroları bu camiaya tahsis edilmişse, bu kadroların bütün yaptıklarından aynı zamanda hükümet de sorumludur şüphesiz.
Şimdi AKP taraftarı olan yazarlar, siyasetçiler, STK’lar ile tevhidi kesimin ilkesizliğin yol açtığı bir aymazlık ve çürütücü bir pragmatizmle AKP politikalarına eklemlenen öncüleri, hep birlikte Gülen hareketinin İslam’a aykırı yanlarını sayfalar dolusu gündeme taşımaya ve onları din üzerinden vurmaya çalışıyorlar. Halbuki 10 yıllık birlikteliklerinde de Gülen cemaati aynı hak-batıl karışımı bir dinin müntesibiydi. O süreçte de, Peygamber’i (haşa) kendi batıl ve münker söylem ve eylemlerinin onaylayıcısı konumunda gösteriyorlardı. Başbakanın ve bakanlarının her seferinde katıldığı “Türkçe Olimpiyatları”ndaki haramlar o zaman da işleniyordu, ama hiçbir itiraz gelmiyordu, üstelik o süreçte bu cemaati ve önderini söz konusu faaliyetleri sebebiyle övgülerle kucaklıyorlar, bazı bakanlar haramların işlendiği o gösterileri göz yaşlarıyla onaylıyorlardı. Hatta (haşa) Peygamber’in de orada olduğu söylenen en sonuncusunda, Başbakan gözünün önünde işlenen haramlara duygulanarak destek vermiş ve övücü bir de konuşma yapmıştı. Ondan hemen sonra Peygamber’in de oraya geldiği iftirası açıklandığı halde Başbakan ve çevresinden, 17 Aralık operasyonu başlayana kadar, hiçbir itiraz ve eleştiri gelmemişti, ama şimdi bütün meydanlarda bu konu eleştiriliyor. Bütün meydanlarda hukuksuz dinlemeleri gündeme taşıyorlar. Bu durum samimi, ahlaki ve inandırıcı mıdır? Benim kanaatim şudur. Eğer bu cemaat kadroları AKP hükümetini sarsacak operasyonların aleti olmasalar ve uyumlu yürüselerdi, tüm bu haramlar, dini sapmalar ve (AKP’ye yönelik olmamak kaydıyla) hukuksuz dinlemeler yine olsaydı, ne Başbakandan ne de çevresinden asla ses çıkmaz, itiraz gelmezdi.
Nitekim geçmişte bizler, Kemalist laik resmi ideoloji kıskacındaki eğitim sistemini, ilkel bir öğütüm sistemine dönüşüp yozlaşmaya yol açtığından dolayı eleştirdiğimiz için hemen ve süratle harekete geçip kapatma davası açanlar, yaklaşık iki yıldır tespit ettikleri ve 3 aydan beridir de meydanlarda ve medyada ihanetle suçladıkları halde “Paralel Yapı” için nedense hâlâ herhangi bir somut adım atmış değiller.
Not: 3. Bölümde AKP-Gülen koalisyonunun nasıl kurulduğu, tarafların neyi temsil ettikleri, bu ilişkinin neden çatışmaya dönüştüğü ve bu kavgada tevhidi kesim öncülerinin sergiledikleri tutarsız, ilkesiz tavırların tahlili üzerine konuşmayı sürdüreceğiz.