Laik-Kemalist TC rejiminin kuruluşundan beri ülkede egemen olan, İslam’a, müslümana ve kontrol dışı müslümanlaşmaya düşman, baskıcı, yasakçı, asimilasyoncu ve darbeci zihniyet, süreklilik arz eden bir “28 Şubat” zihniyetidir. İşte bu zihniyetin hedefi; toplumdaki İslami uyanışta bir yükselme olduğunu gözlemledikleri her konjonktürde hemen müdahale edip yeni baskılar, yasaklar, zulümler yaparak ve emperyalizme eklemlenmiş sosyal mühendislik projeleri uygulayarak seküler Batı kültürüne dayalı resmi ideoloji ile Diyanetçe temsil edilen “statüko dini” çizgisinde toplumu yeniden hizaya sokmaktır. Rejimin hudutlarını çizdiği çerçeveyi aşan bir içerikle müslümanlaşmaya yönelen halkı “statüko dini” ve laik kemalist resmi ideoloji çizgisinde hizaya sokma amaçlı bu müdahalelerden birisi de 22 yıl önce alınan MGK kararları ekseninde 28 Şubat 1997’de yapıldı.
Bu süreçte, Müslümanları rejimin safında hizaya sokmak için adeta bir cadı avı başlatıldı. Başörtülü öğrenciler ve öğretmenler okullara ve kamu alanına sokulmadı, namaz kılan veya eşi örtülü olan binlerce subay ordudan ihraç edildi. O dönemde işbirlikçileri olan Fetullahçılar ise, devlette kadrolaşmakta bu dönemde yeni mevziler kazandılar. Çünkü iki taraf da, ABD ile ikizi olan Siyonist İsrail’in birbirinin yedeği olarak kullanacakları “eski” ve “yeni” “bizim çocukları” idiler. Ayrıca, Batı Çalışma Grubu (BÇG) adı verilen bir askeri yapı tarafından camiye giden, gümüş yüzük takan, kurumlarda namaz kılan insanlar bile fişlenerek mağdur edildi. Ülkenin bankaları ve fakir halkın yüz milyarlarca dolarlık serveti, darbeciler ve yandaşları tarafından talan edildi. Bunların hiçbirisinin hesabı sorulmadı ve halkın kaynakları geri alınmadı, çalanların yanına kâr kaldı. Birçok Müslüman da, mesnetsiz suçlamalarla ve darbeci askerler tarafından brifingle yönlendirilen ideolojik yargının keyfi ve ideolojik kararlarıyla mahkûm edildiler. Darbecilerin güdümündeki ideolojik yargıçların mağdur ettiği yüzlerce Müslüman yaklaşık 22 yıldır zindanda çile doldururken, bu mağdurlara yeniden yargılanmanın önünü açmakta 16 yıldır ayak sürüyen AKP hükümeti ve meclis grubu, 28 Şubat’ı da gerçekleştirmiş olan ulusalcı Kemalist Ergenekoncu ve Balyozcu darbeciler söz konusu olunca süratle yeniden yargılanma yolunu açıvermiştir. Sonuçta da bu darbeci zalimlerin hepsi beraat ettirilerek, tekrar işbaşı yapmaları sağlanmıştır.
28 Şubatçılar ise göstermelik bir yargılanmayla “müebbet” hapse mahkûm edildikleri halde hiçbirisi tutuklanmadılar, serbest dolaşıyorlar. Hatta Doğu Perinçek o zaman bir açıklama yaparak; “Kimsenin onları tutuklamaya gücünün yetmeyeceğini” açıkça söylediği hâlde kendisine hiçbir merciden itiraz gelmedi. Sonuç da onun dediği gibi oldu, açık darbeleri ve kesin suçları sebebiyle başka türlü karar vermeleri mümkün olmayınca göstermelik bir “müebbet” kararı verilip tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldılar. 28 Şubat’ın sivil ve medya ayağına ise hiç dokunulmadı ve olay kapatıldı. Muhtemelen Perinçek’in bahsettiği öğrencilerinin hâkimiyetindeki yargı uygun zamanı kollayıp bu müebbet kararlarını da bozup beraat ettirecek ya da davayı sürüncemede bırakıp unutturacak gibi görünmektedir. Hâlbuki onların brifing verdikleri yargıçlarla haksız ve hukuksuz biçimde ceza verilen mağdur Müslümanlar, aralarında yaşlılar ve hastalar olduğu hâlde 22 yıldır tutuklu bulunuyorlar. Hükümet ve meclis, darbecilere gösterdiği ilgiyi onlara göstermiyor. Allah yardımcıları olsun, sağlık ve sabır versin inşaAllah. Bu zalim ulusalcı Kemalist darbecilerin ve ideolojik yargıçların daha önce mağdur edip zindana attıkları mazlumların zindanlardaki mağduriyetleri büyük acılara yol açarak hâlâ sürerken, yeniden işbaşı yaptırılan veya önleri açılarak şımartılan aynı darbeci kadrolar AKP şemsiyesi altında yaşanan “Yeni 28 Şubat”ta yeni mağdurlar üretmeye devam etmektedirler.
Aslında bu laik-kemalist rejim devam ettiği sürece, ki toplum bu rejimle yönetilmeye layık olduğu sürece de bu rejim devam edecektir, sistem içi yöntemle, sistemin ilke ve kurallarını benimseyerek kim iktidar olursa olsun sonuç değişmeyecektir, değişmemektedir. Halka umut veren bazı sistem içi iktidarlar, toplumdaki dini duyarlılıklar arttıkça “statüko dini”nin çıtasını biraz yükseltmek suretiyle, bazı hak ve özgürlük taleplerine sistemin müsaade ettiği kadar görece olumlu cevaplar vererek, her seferinde kitleleri statükonun yanında tutmayı başarmaktadırlar. Eğer kontrolün zorlaştığı süreçlere girilirse o zaman da derin güçler ve silahlı bürokrasi harekete geçip “27 Mayıs, 12 Eylül vb.” gibi doğrudan darbelere ya da 28 Şubat gibi “post modern” darbelere başvurarak, halkı tekrar hizaya sokmak istemektedirler. Allah’ın azabından korkmayan, ahiret ve hesap bilinci zayıf, iktidar hırsı ise belirleyici olan din istismarcısı siyasiler olduğu sürece, sistem içinde elde edilen kimi kazanımların korunması dahi hep risk altında olmaya devam edecektir.
Bu bakımdan, tevhidî uyanış sürecini yaşayan Müslümanların bâtıl sistem içi siyasetten bağımsız bir İslami kimlikli yapı oluşturup, “kör şiddet ve bâtıl sistem içi siyaset” gibi gayri İslami iki ucu reddederek vasattaki nebevî yöntemi izlemek suretiyle toplumu tevhidî istikamette dönüştürme amaçlı tebliğ, eğitim ve vahye şahidliği esas alan çalışmalara yoğunlaşmaları gerekmektedir. Ancak maalesef son 10 yılda tevhidî uyanış süreci gruplarının büyük çoğunluğu AKP politikalarına aktif destekçi konumuna kayarak, on yılların birikimini bu zeminde harcamışlar, kirlenip erimesine yol açmışlar, umut ettikleri kazanımlar ve kimi maslahat beklentileri de ters tepmiş bulunmaktadır. Tevhidî grupların önemli bir kısmının ilkesiz davranarak sistem içi bâtıl siyasete aktif destekçi haline gelmeleri, basiretsizlik ve ferasetsizlikle laik bir sistem içinde bu sonucun kaçınılmaz olduğunu fark edememiş olmaları büyük kan kaybına ve yozlaşmaya sebep olarak maalesef statükonun amacına hizmet etmiştir. Özellikle, 15 Temmuz sonrasında oluşan “Yeni Statüko”, “Eski 28 Şubatçıları” iş başı yaptırarak “Yeni 28 Şubat” sürecini başlatmış bulunmaktadır. İktidara eklemlenmeyen bağımsız İslami çalışma gruplarını yok etmeyi hedeflediği anlaşılan “Yeni 28 Şubat”ın baskı, sindirme ve zulüm uygulamaları, sırasını bekleyenleri kuşatarak ilerlemekte ve giderek yaygınlaşmaktadır.
“Yeni Türkiye”de “Yeni 28 Şubat” Zulmü Yaşanıyor
“Arap Baharı” diye adlandırılan sürecin zorbalıkla durdurulmasını müteakip başta Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn, Yemen, Cezayir, Filistin, Irak olmak üzere bütün Müslüman coğrafyasında, İslam’a ve Müslümanlara yönelik “Küresel 28 Şubat” büyük acılara ve ıstıraplara, işkence, tecavüz ve vahşi katliamlara, açlık ve sefalete yol açarak yaygınlaşırken, Türkiye’de de “Yeni 28 Şubat” AKP şemsiyesi altında eskisinde yapılmayan zulümleri bile yapabilmektedir.
Bilindiği üzere, “Yeni Türkiye” diye yola çıkan Erdoğan ve AKP’nin koruyucu şemsiyesi altında, özellikle 15 Temmuz sonrasında, “Eski 28 Şubat”ın ortakları olan “Ergenekoncu ulusalcı Kemalistler” ve “MHP” ile oluşturulan koalisyona teslim edilen devlet ve kurumlarında “Eski 28 Şubat”ın kadroları yeniden işbaşı yaptılar. Böylece başlayan “Yeni 28 Şubat” sürecinde, “Eski 28 Şubat”ta yapılmayan daha büyük zulümler yapılmakta, bazı konularda “Yeni Türkiye” “Eski Türkiye”yi aratacak uygulamalara imza atmaktadır. Çünkü kendisini muhafazakâr kitleler nezdinde “suret-i hak”tan gösteren bir iktidarın ve siyasi liderinin koruması altında olduklarını bilen “28 Şubat” kadroları bu sefer eskisine göre daha cesur ve daha cüretkâr davranmaktadırlar. Bu sebeple, “Yeni 28 Şubat”ta bağımsız İslami çalışmalara yönelik olarak eskisine göre çok daha ağır saldırılar kolayca uygulamaya konabilmekte, şiddetle ilişkisi olmayan ve şiddet yöntemini açıkça reddettikleri bilinen sivil gruplara ve davetçi Müslümanlara “terörist” muamelesi yapılmaktadır.
Kendi yasalarına bile aykırı uygulamalarda gece yarısı koçbaşları ve balyozlarla kapıları kırılarak Müslümanların evlerine girilmekte ve aile mahremiyetleri en çirkin biçimde ihlal edilmektedir. Üstelik bu evlerde olup da korku ve panik hâlinde uykudan kaldırılan hastalara, yaşlılara, kadınlara ve çocuklara da ayrım yapılmadan zulmedilmiş olmaktadır. Legal dernek ve vakıflar, panzerler, tomalar ve ağır silahlarla kuşatılıp bir “terör” yuvası basılır gibi basılmaktadır. Legal zeminde açık çalışmalar yapan birçok vakıf, dernek ve Müslüman davetçi şahsiyete, hiçbir alakaları olmadığı ve hatta açıkça eleştirdikleri IŞİD benzeri kör şiddete başvuran yapıların damgasıyla yaftalamak suretiyle açık zulümler ve iftiralar yapılmaktadır. Hatta emniyet ve istihbarat raporlarında bile açıkça şiddeti reddettikleri ve “terör örgütü” olmadıkları, IŞİD gibi örgütler tarafından tehdit edildikleri yazılı olan Müslümanlara dahi, ulusalcı Kemalist kesimlerin egemen olduğu yargı tarafından hiçbir delil ortaya konmadan “terör örgütü” ya da “IŞİD” suçlamasıyla ağır cezalar verilebilmektedir.
Şiddeti reddeden ve sivil alanda İslami eğitim ve tebliğ faaliyetleri içinde olan, ancak tek suçları(!) laik siyasi iktidardan ve laik Kemalist sistemden bağımsız muhalif bir çizgide durmak ve iktidar destekçisi, yandaşı olmamak olan bu tür legal kuruluşlara ve öncülerine “terörist” damgası vurulmakta, henüz hiçbir yargı kararı olmadan terörist muamelesi yapılmaktadır. Ardından da günlerce gözaltında tutulduktan ya da aylarca, hatta bazen yıllarca tutuklu kaldıktan sonra hiçbir suç unsuru bulunamayıp çoğu hakkında takipsizlik ve beraat kararı verilmek zorunda kalınmaktadır. Ancak bu süreçte estirilen terörle, yapılan baskı ve zulümle, “resmi din”in temsilcisi laik devletin laik bir kurumu olan Diyanetten bağımsız İslami eğitim ve tebliğ çalışmalarına hayat hakkı tanımamak için, bu tür bağımsız İslami çalışmalar sindirilmek, yok edilmek istenmektedir. Sonuçta takipsizlik ya da beraat kararı verilenlere yapılan onca zulüm sebebiyle bir özür, iadeyi itibar ve tazminat ödeme gereği de duyulmamakta, yaptıkları zulmün cezası ahirete kalmaktadır. Rabbimize hamdolsun ki ahiret ve hesap var. İnşaAllah o gün, bu zalimler, yaptıkları zulümlerin karşılığı olarak hak ettikleri azapla karşılaşacaklardır.
“Yeni 28 Şubat” Sürecini Yürütenlerin, AKP Şemsiyesi Altında Ulusalcı Kemalistler ve MHP Olduğu Anlaşılmaktadır
15 Temmuz darbe girişimini önlemede Perinçek’çi ulusalcı Kemalistlerin ve kısmen de MHP’nin etkili olduğu söylentileri dolaşmaktadır. Doğu Perinçek, bu konudaki kendi rollerini şöyle ifade etmektedir: “Darbe oldu, biz darbede merkezi görev yaptık, biz olmasak o darbe başarıya ulaşacaktı. AK Partinin yöneticileri Tayyip Erdoğan, Binali Yıldırım hepsi bunu biliyor…”. Bunları söyleyen Perinçek daha sonraki zamanlarda da, Erdoğan’ın kendi çizgilerine geldiğini defalarca tekrar ediyor: “Erdoğan İslami Kemalist oldu. Erdoğan da artık kemalizme, bizim düşüncemize geldi. Kemalizme teslim oldu. Bunu ben söylemiyorum. Analiz kurumları söylüyor. Erdoğan için ‘İslami Kemalist oldu’ analizleri yapılıyor. Biz ne demiştik. ‘Bizim bulunduğumuz noktaya geldi’ demiştik.”
Recep Tayyip Erdoğan, bu beyanlara bir itirazda bulunmadığı gibi tam tersine doğrulayan söylem ve eylemlerde bulunmakta, Atatürk’ü abartılı biçimde sahiplenen ve yücelten beyanlarda bulunmaktadır. Yakın zamanda da “Milli mücadele ve yeni devletimizin kuruluş dönemini 2019’dan 2023’e kadar devam edecek kesintisiz bir kutlama programıyla değerlendirmeyi planlıyoruz” açıklamasını yapmıştı. Yani kuruluş yıl dönümü için bu yıl başlanıp 4 yıl süreklilik arz edecek bir kutlama programından bahsediliyor. Ayrıca bu yıl yapılacak 19 Mayıs kutlamalarının da bir hafta sürdürüleceği ifade edilmiştir. Böylece, 19 Mayıs ve Cumhuriyetin kuruluşu kutlamaları, bugüne kadar aşırı Kemalistlerin bile yapmadığı kadar ileri biçimde abartılı ve hurafeci bir yaklaşımla kutsallaştırılan kutlamalara sahne olacak gibi görünmektedir. AKP’nin başörtülü milletvekilleri ve bakanları laik mecliste “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık yemini” yapmakla yetinmeyip topluca anıtkabir ziyaretiyle Atatürk’ün kabri önünde tazimde bulunup saygı ve bağlılıklarını bildirmişlerdir. Görünen odur ki, “başörtülü demokrasi”yle işe başlayanlar sonunda “başörtülü Kemalizm”e ulaşmışlardır. Meclis Başkanı Binali Yıldırım ise, “Atatürk, ülkemizin kurucu değerlerinin başında geliyor. Bu ülkede kimsenin Atatürk’le sorunu yok.” diyebilmiş, böylece haddini aşarak bizim gibi Atatürk ve kemalizmle ilkesel ve ciddi sorunu olanlara da iftira atacak kadar ileri gitmiştir. AKP Grup Başkanı Bostancı ise şunları ifade etmiştir: “Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran tarihsel kişiliktir, devlet ve siyaset adamıdır, ortak değerdir. Her devletin bir kurucu babası olur, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babası da Atatürk’tür. Bu konuda insanların farklı bir fikri yoktur. Bu toplumun çok büyük çoğunluğu Atatürk’ü ortak bir değer olarak görür.” Bu da haddini aşan bir beyandır. Atatürk onların babası olabilir, ama bizim için inancımıza karşı savaş açmış bir kişidir. Ayrıca birçok AKP il ve ilçe teşkilatları ve belediyeleri anıtkabire sefer düzenlemekte, otobüs kaldırarak halkı anıtkabire taşımaktadır. Bütün bunlar, Doğu Perinçek’i haklı çıkarmakta, Erdoğan ve AKP’nin kemalizme kaydığının açık göstergeleri olarak tarihe geçmektedir. AKP milletvekili Aydın Ünal bile dayanamayıp şu eleştiriyi yazmıştı: “Bütün o reformlara, bütün o sessiz devrimlere rağmen, Türkiye döndü, dolaştı, az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, gece gündüz yol gitti ve vesayetin bizatihi kaynağı olan anlayış ve ideolojinin (Kemalizmin) gölgesi altına yeniden girdi.” Erdoğan’ı “mü’min ve muvahhid” ilan eden ve AKP’nin “aktif destekçisi” olan Kenan Alpay bile şunları yazmak ihtiyacı duymuştur: “Askeri darbelerin ve vesayetin mağduru olmuş bir topluma Atatürkçü ideoloji ve kadroları ‘milli ve yerli’ etiketiyle, ‘vatansever’ imajıyla, FETÖ’ye karşı ‘dost ve güvence’ diye pazarlamaya kalkan sinsi bir çetenin hile ve desiselerine karşı daima tetikte durmak gerekiyor. Mezkûr çete sahte ve karşılıksız bir Amerikan düşmanlığı üzerinden Müslüman bir toplumu ihtilalci-komitacı örgütlerin tasallutu altına sokmayı hedefliyor.”
Özellikle 15 Temmuz sonrasında zirveye çıkacak kadar abartılan biçimde AKP’lilerce Kemalizmi yeniden keşfetme süreci yaşanmakta, özellikle (asker ve yargı bürokrasisi başta olmak üzere) bürokratik iktidar, MHP’nin yanında yeniden ulusalcı kemalistlere teslim edilmiş bulunmaktadır. AKP’nin lider kadroları tarafından kemalist söylem bu kadar çok vurgu yapılıp gündemde tutulunca ve devlet politikalarına yön verme konumuna oturtulunca bu dönem, “neo-Kemalist” dönem denmeyi hak eden bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Erdoğan’ın överek Genel Kurmay Başkanı yaptığı Org. Yaşar Güler de, Temmuz 2018’de bir askerî törende, yeni mezun olan teğmenlere, ‘atatürkçü düşünce sistemi içinde…’ hareket etmelerini öğütlüyordu. Hâlbuki, bu toplumun iradesine, İslami kimlik ve değerlerine karşıtlığı ve darbeciliği açıkça bilinenlerin ve 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 askerî darbelerini yapanların aslî aktörlerinin her birisi de, kendilerinin ilham kaynağının hep ‘1923’deki kemalist devrim’ ve “Atatürkçü düşünce sistemi” olduğunu söylemişlerdi.
Tek parti döneminde TDK lugatinde “Kemalizm Türk’ün dinidir” diye yazan ve kendileri de bir din olduğuna inanan bu düşüncenin savunucuları tarafından, “Atatürkçü Düşünce Sisteminin kök hücresini oluşturan unsurlar” şöyle sıralanmaktadır: “Birincisi tam bağımsızlığın elde edilmesidir. (Bununla kastedilen aslında Osmanlı’dan, İslam tarih ve kültüründen, İslam şeriatı ve değerlerinden uzaklaşılarak, emperyalist Batının seküler kültürü ile laik yasalarının ülkeye zorla hâkim kılınması ve Türkiye’nin askeri ve kültürel olarak Batı emperyalizmine tam bağımlı hâle getirilmesidir). Atatürk’ün ikinci hedefi Türkiye’nin Batı Uygarlık Düzeyine ulaşmasıydı. (Bugün Erdoğan’ın sık vurguladığı “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” hedefi budur.) Bu hedefe ulaşmada Büyük Önder’in kullandığı temel ise akıl ve bilim kurallarının gidilecek yolda ışık olarak kullanılmasıydı. Ona göre akıl ve ilmin rehberliği esas olmalı ve hiçbir doğma, hiçbir donmuş kalıplaşmış kural ya da hiçbir (Kur’an hükmü) ‘ayet’ esas alınmamalıydı. Üçüncüsü ise Dünya ülkeler topluluğuna katılan yeni Türkiye’nin sosyal kültürel yapısını 1517’de Halifeliğin alınmasıyla başlatılan Araplaştırma olgusuna son vermektir. (Bunun gereği) Türkmenlerin, İslamlaştırılmasının / Araplaştırılmasının nihayete erdirilmesi olmuştur. Bu oluşumları elde ederken uyguladığı ve bu devlet ve milleti batı felsefesine uygun değerlerle örgütleyip inşa ederken hafızasında muhafaza ettiği temel ilke daima batı değerlerinin özünde olan Eski Yunan-İtalyan Rönesans-Fransız aydınlanma döneminde yürürlükte olan Batı Uygarlığının temel unsuru olan aklı kullanmasıdır. Türk devletini yaratırken Anayasada laiklik ilkesini kabul etmiş, Türk milletini yaratırken dogmaları ve ayetleri reddetmiş, Işık olarak aklın rehberliğini kabullenmiş, Ülkesini başka bir devletin lisanından kurtarmak için dil devrimi yapmış, Başka bir ülkenin alfabesini kullanmak yerine uluslararasında geçerli Latin alfabesini almış, İslam dininin kutsal hicretini başlangıç olarak esas alan başka bir devletin takvimini terk ederek uluslararası geçerli takvimini kabul etmiş, Kadına (Batı kültürünün) medeni ve sosyal haklarını tanımış, Arap ülkelerinden devşirilmiş kişisel kıyafetleri yasaklayarak çağdaş (Batılı) kıyafetleri kabul ederek toplumun Batıya yakınlaşmasını sağlamış, Eğitimde akıl ve müspet bilimlerin ışığında tedrisat yapılmasını getirmiştir. Hatta hutbelerin ve ezanın Arapça değil Türkçe okunmasını sağlamış, Kırsal kesimdeki halkın eğitim ve öğrenimini sağlamak için Köy Enstitülerini kurmuş ve Kentsel Halkın aydınlanmasını sağlamak için Halkevlerini açmıştır. Ama bütün bunların önünde en büyük devrim olarak Batının hukuk sistemini alarak mevcut din öğeleriyle oluşturulmuş Osmanlı/Arap/İslam hukuk sistemini ilga etmiştir.” (Coşkun Ürünlü, http://www.urunlu.com/78-ataturkcu-dusunce-sistemi-ve-akp).
İşte artık Erdoğan ve kadrosunun da savunup egemen kılmayı sürdürdükleri bu “Kemalist muasır medeniyet seviyesi hedefi” ve “Atatürkçü Düşünce Sistemi”, bizzat taraftarlarının ifadesiyle açıkça İslam’a karşı seküler Batı kültürünü esas alarak oluşturulmuş bir resmi din olup, kuruluştan beri bu ülke insanlarına zorbalıkla dayatılan 28 Şubat resmi ideolojisini ve egemen “statüko dini”nin belirleyici bir parçasını teşkil etmektedir. Doğu Perinçek, 05 Eylül 2018’de Habertürk’ün “Türkiye’nin nabzı programında yaptığı konuşmasında ise, “Türkiye şu anda 28 Şubat’ı devam ettiriyor. Türkiye 28 Şubat çizgisine geldi. 28 Şubat bildirisini ben yazdım… Bugün Fetullah Gülen grubuna yapılanların çok daha ılımlısı 28 Şubat bildirisinde yazıyordu. (Bu bildiride yazılanların) En önemlisi de devrim kanunlarının uygulanmasıydı.” demiştir. Bu sebeple yaşanan sürecin de “irtica”ya karşı verilen mücadeleyle ve “Erdoğan’ın Kemalist çizgiye gelmesi”yle “28 Şubat” süreci olduğunu açıkça ifade edebilmiştir. Perinçek tarafından bu tür açıklamalar sürekli yapıldığı hâlde, aykırı laflar eden bir gazete köşe yazarına bile cevap vermek ihtiyacı duyan Erdoğan’dan tek bir itiraz vaki olmadığı gibi tam tersine bu açıklamaları doğrulayan söylem ve uygulamalar sâdır olmaktadır.
15 Temmuz sonrasında yargının kendi öğrencilerinin hâkimiyetine girdiğini de söyleyen Perinçek, “Eski 28 Şubat” uygulamalarını aratmayan, hatta daha da ileri giden hukuksuzluklara, keyfiliklere ve ideolojik kararlara imza atan bu yargı için şu ifadeleri kullanmaktadır: “Türk yargısı son 50 yılın altın devrini yaşıyor. Şu an yargı tarafsız ve ‘Ak Parti’nin yargısı’ tartışmaları yersiz. Hâkimler ve savcılar cumhuriyetin hâkimleri ve savcıları.” 29. 06. 2018 tarihinde BBC Türkçe adına, Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ile yapılan röportajda Perinçek şunları söylüyor: “Yargı bağımsız. Yargıdan şikâyet ne için? Dört bin FETÖ bağlantılı savcı ve hâkim temizlendi. Yargı bağımlı diyenler bundan şikâyet edenler. Ben hukuk fakültesi hocası olduğum için çok sayıda öğrencim şu anda yargının en üst kademelerinde. Sürekli onlarla görüşüyorum. Yargıda şu anda solcu, Atatürkçü ve millici olanlar duruma hâkim”. Ulusalcı Kemalist ve 28 Şubat darbe zanlısı eski Albay Dursun Çiçek’in basında yer alan sözlerine göre; “bazı Başsavcılar Çiçek’e şunu demiş: “Ergenekon kumpasında sadece FETÖ değil AKP de suçlu. Biz şu an yargıda Erdoğan’ı indirecek kadar güçlü olmadığımızdan indiremiyoruz, siz bir şekilde indirin ondan sonrasını da bize bırakın.” Anlaşılıyor ki, Erdoğan desteğiyle devleti, TSK’yı ve yargıyı ele geçirmiş görünen bu kesimler aslında uzun vadede bizzat Erdoğan için de tehlike arz etmektedirler. Ama iktidar hırsı ve bazı başka hesaplarla bu “Yeni 28 Şubat” koalisyonu sürdürülmektedir.
Perinçek, bir süre önce İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım’ı ziyaret etmiş ve ayrılırken şu açıklamayı yapmıştır: “Çok güzel bir görüşme oldu. Görüşmede vatanımızın bütünlüğü ve Türkiye’nin önündeki zorlukları hep birlikte göğüslemek… konularında karşılıklı görüş alışverişi yaptık. Şuna da güveniyor, inanıyoruz; Türkiye bu zorlukları, çetin koşulları yenecek kabiliyete, birikime, güce sahiptir. Milletin bütün güçlerini bunun için birleştirmek hepimizin görevidir.”
Ayrıca, AKP’nin Bahçeli ve MHP ile ittifak süreçlerinde, giderek dozajı artan “milliyetçi” söylemler, ulusalcı politikalar Erdoğan’ı ve AKP’yi kuşatmış, “kızıl elma” söyleminden MHP sloganlarına, Bozkurt işaretinden Türkeş’in mezarını ziyarete kadar tam bir MHP’lileşme süreci başlamıştır. Erdoğan’ın söylem ve eylemlerine, hükümetin iç ve dış politikasına neredeyse MHP söylemi egemen olmuş ve MHP’nin isteklerine itiraz edilemez bir konuma gelinmiştir. AKP yanlısı Yeni Şafak Gazetesinin eski yazarı Müfid Yüksel bile şunları yazma ve uyarma ihtiyacı duymuştur: “Ülkenin, bizi parçalamak isteyen batılı güçlere karşı mücadelesinin ilacı asla hamasi milliyetçilik/ırkçılık olamaz. Bu tam bir aldatmaca. Ülkede yeni bir vesâyet geliştiren Derin Ulusalcılar Müslüman ahâliyi hamasetle karşı karşıya getirerek ülkeyi bölünmeye sürüklüyor.” ” Bu derin güçler kendilerini iktidar üzerinde kayyım gibi görüyorlar. MHP/Bahçeli iktidar üzerinde adeta kayyım konumunda.”
Bir yandan devlet kadroları “milliyetçi”lere ve “ulusalcı kemalist”lere teslim edilirken, diğer yandan MHP zihniyeti, AKP tabanını yanına çekmeye de başlamıştır. Zaten uzun süredir Erdoğan, Mısırlı Müslümanların Rabia’sını “milli/yerli”leştirerek “tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan” biçiminde tanımlayıp bu “seküler kutsalları” “statüko dini”nin amentüsü gibi meydanlarda, salonlarda, medyada milyonlarca insana sürekli tekrarlayarak ve tekrarlatarak gerçekleştirdiği beyin yıkama ritüelleri sonucunda AKP tabanının ve kadrolarının zihinlerini milliyetçi/ulusalcı istikamette dönüştürmek suretiyle MHP’ye hazır hale getirmiş bulunmaktadır.
AKP’nin Politikası: Bir Darbeci Çeteye Karşı Diğer Bir Darbeciyi Kullanmak, Bir Vesayetten Diğerine Sürüklenmek
R. Tayyip Erdoğan, aslında sürekli kendi yanlış politikalarının sonucu olarak doğan sorunlarla boğuşmaktadır. Önce Ergenekoncu darbecileri tasfiye etmek için Gülenist darbecilerle işbirliği yaparak devleti onlara teslim eden Erdoğan, 15 Temmuz’dan sonra da eski vesayetçilerle, kemalist ulusalcı darbecilerle ve MHP ile işbirliği yaparak bu sefer de devleti onlara teslim etmektedir. Yani Erdoğan “bir terör örgütüne karşı başka bir terör örgütüyle işbirliği yanlış” diyerek IŞİD’e karşı PKK ile işbirliği yapan Amerika’yı sürekli eleştirirken, kendisi de sürekli biçimde bir darbeciye karşı bir diğer darbeciyle işbirliği yapmakta, devleti bir darbeciden temizleyip diğerine teslim etmek konumuna düşmektedir. Ancak her seferinde “kandırıldım” diyerek işin içinden sıyrılmaya kalkmaktadır. Erdoğan’ın “kandırıldım” dediği ama geniş kitlelerin büyük sıkıntılar çekmesine ve acı bedeller ödemesine yol açan Gülenist vesayet döneminden sonra yeni bir “kandırılma” sürecine bu sefer de MHP ve ulusalcı kemalistlerle girilmiş ve Gülenistlerden arındırılmaya çalışılan devlet bu sefer de bunlara teslim edilmiş bulunmaktadır. Yani yine bir vesayet yerine diğeri, bir darbeci yerine diğer darbeci ikame edilmiş bulunmaktadır.
İşin bir de Müslümanlar zaviyesi var ki, o da ibret vericidir. Kendi zanlarıyla bazı kazanımlar umarak ve maslahat olarak ileri sürdükleri bazı beklentiler uğruna laik sitemin laiklikle hükmeden bir partisine ve onun şirk anayasasına destek veren bazı Müslümanlar, birinci referandumda “Gülen çetesinin vesayeti”ne giden yolu açtılar. 15 Temmuz ve ikinci anayasa referandumunu müteakiben, bu sefer de siyaset alanında AKP-MHP koalisyonunu, bürokratik iktidarda ise AKP-MHP-ULUSALCI KEMALİST koalisyonunu destekler duruma düştüler ve “Yeni 28 Şubat”ın oluşumuna, yani “yeni vesayet”e giden yolu açmış oldular.
İşte böyle süreçler sonucunda bazı Müslümanların da desteğiyle iktidar olan Erdoğan ve AKP şemsiyesi altında, MHP ve ulusalcı kemalistlerin egemenliğinde “yeni vesayet” sistemi oluşturuldu. Bunlar, “FETÖ”den ya da kendi adamlarının önünü açıp onları yerleştirmek ve mevkilerini yükseltmek amacıyla “FETÖ” iftirasıyla attıkları “dindar” bürokratlardan boşalan kadroları kendi ideolojik militanlarıyla doldurdular. İşte MHP ve Ulusalcı Kemalistlerin bu şekilde devlet kadrolarını ele geçirmeleri soncunda kurulan yeni vesayet sistemi zorbalığının bir sonucu olarak 15 Temmuz sonrasında birçok İslami çalışma grubunun üzerine gidilmekte, baskı ve sindirme politikası uygulanmaktadır. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, bazı Müslümanlar, yıllarca AKP’yi destekleyip “ne istedilerse veren” Erdoğan eliyle devleti ele geçiren Gülenist vesayetin oluşmasına ve darbeye kadar gitmesine vesile oldular. Son üç yıldan bu yana verdikleri destekle de, özellikle de 15 Temmuz sonrasında MHP ve Ulusalcı kemalist Ergenekoncuların TSK, Yargı, Emniyet vb. sivil ve askeri bürokrasiyi ele geçirip bu sefer de bunların hegemonyasında, özellikle de bağımsız İslami çalışmalara hayat hakkı tanımayan ve giderek daha da azgınlaşarak Müslümanların üzerine gidecekleri anlaşılan yeni bir vesayetin oluşumuna destek vermiş oldular. Allah Müslümanların yardımcısı olsun ve bu yeni vesayetin zulmünden korusun.
“Yeni vesayet”in özellikle yargı ve TSK ayağını oluşturan Ergenekoncu ulusalcı kemalist zihniyetin siyasi temsilcisi Doğu Perinçek’in TSK’daki etkisinin bir yansıması olarak Afrin’de atılan füzelerin üzerine “Kemalizme teslim olun-Doğu Perinçek” yazısı yazılmıştı. Ne Erdoğan’dan ne de Genelkurmay’dan herhangi bir itiraz gelmemiş ve böylece de bu vesayet iması zımnen kabul edilmişti. Aynı Doğu Perinçek, bu kadar yaygın ve açık haksızlıkların, zulümlerin yargı kararlarıyla ortaya konduğu bu dönemin yargısı için; “Yargı, tarihteki en bağımsız dönemini, altın devrini yaşamaktadır” demişti. Diğer taraftan ulusalcı kemalist Ergenekoncu zihniyetin siyasi temsilcisi olan Doğu Perinçek, sürekli TSK içindeki generallerin de aynı zihniyeti taşıdıkları vurgusunu tekrarlamakta, onların kendi taraftarları olduğu imajını her fırsatta vermekten çekinmemektedir. Keza emekli olan general ve subayların en fazla Vatan Partisi saflarına katılmaları ve medyada sürekli aynı tezleri ve görüşleri tekrar etmeleri de onun bu görüşünü doğrulamaktadır.
Muhtemelen 15 Temmuz gecesinden itibaren, FETÖ darbesini durdurmak amaçlı olarak kurulmuş olabilecek muhtemel bir ilişki sonucunda, daha sonraki süreçte aceleyle çıkarılan yasa ve kararnamelerle Ergenekoncu ulusalcı kemalist darbeciler için yeniden yargılamanın önü açılmış, hepsinin beraat etmeleri ve önemli bir kısmının da (muhtemelen yeni darbeleri hayal etmek üzere) işbaşı yapmaları, bu kesimin devletteki rolünün hangi seviyede olduğunu ortaya koyan başka göstergeler olarak değerlendirilmelidir. 09 Ağustos 2018 tarihinde Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinin sevinçle verdikleri haber şudur: “Balyoz ve Askeri Casusluk gibi FETÖ kumpas davalarından yıllarca cezaevinde yatan 20 general ve amiral, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kritik birimlerine atandı. Balyoz davasında tutuklanarak 13 yıl hapis cezası alan Tümgeneral Levent Ergün, kadro unvanı korgeneral olan Genelkurmay’ın beyni Harekat Başkanlığı’na getirildi.” Bütün bunlardan anlaşılan o ki, Erdoğan liderliğindeki Türkiye hükümeti, bir darbeciye (FETÖ’ye) karşı bir diğer darbeciye (Ergenekonculara) sığınarak yeni bir aldatılmaya doğru sürüklenmiştir.
“Yeni Statükonun Dini” Konusunda Uzlaşan Koalisyonun, “Tevhid Dini”nin Tebliğ ve Eğitimine Hayat Hakkı Tanımayacağı Anlaşılıyor
Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, AKP, “Eski 28 Şubat”çılar olan ulusalcı Kemalistler ve MHP ile ittifak halinde 15 Temmuz sonrasındaki “Yeni Statüko”da koalisyon oluşturmuş bulunuyor. AKP’nin ilk 13 yıllık dönemindeki “statüko dini”, toplumun geleneksel “İslam” anlayışı, tasavvuf ve Osmanlı kültürü, Anglosakson laikliği, seküler demokrasi, muhafazakârlık, Türkiyecilik, kapitalist piyasa ekonomisi gibi unsurların sentezinden oluşuyordu. Erdoğan başından beri, “laiklikle İslam’ın bağdaştığını, dinin bireysel olduğunu, ekonominin/paranın dini-imanı olmadığını” söylüyor ve toplumun İslam algısını tahrif edip laikleştirmeye çalışıyordu.
Bugünkü koalisyonun “Statüko Dini”in ise, gelişmelerden ve yaşananlardan gözlemlendiği kadarıyla şu unsurların sentezinden oluştuğu anlaşılmaktadır: AKP 15 Temmuz sonrasında, mevcut “statüko dini”ne, “Kurtuluş savaşı kahramanı ve TC’nin kurucusu olarak Gazi Mustafa Kemal söylemini öne çıkarmayı, onun ilkelerini ve muasır medeniyet hedefini”, yani “Başörtülü Kemalizm”i, ayrıca “yerli-milli” söylemi paralelinde “Türk Milliyetçiliğini” ilave etmeyi de kabul etmiş görünüyor. Sonuçta, Kemalist ulus devleti ve ulusalcılığı daha fazla içselleştirmiş bulunuyor. Yine anlaşılan odur ki; Devletin yargı, TSK, emniyet ve istihbarat başta olmak üzere bürokratik kadrolarını ve derin devleti büyük çapta elinde tutan ulusalcı Kemalistler ve MHP ise, ancak “Diyanet kontrolünde ve çizgisinde olması şartıyla Türk kültürünün bir parçası boyutunda ‘resmi bir İslam’ın toplumsal ve kamusal hayata resmi ideoloji denetiminde yansımasına müsamaha göstermeyi” kabul etmiş görünmektedirler. Böylece bu üçlü koalisyon, söz konusu “statüko dini” ve Türkçü, Kemalist ve muhafazakâr ilkeler çerçevesinde ülkeyi birlikte yönetiyorlar ve bu statüko dinine aykırı olan “tevhid dini”nin mesajını yaymaya çalışan ve iktidardan, sistemden bağımsız bir çizgide duran İslami gruplara ise hayat hakkı tanımak istemiyorlar. Eğer AKP iyi niyetli olup darbe sürecinde bir şekilde mecbur kaldığı için “eski 28 Şubatçı darbecilerle” uzlaşmış olsaydı, o takdirde bunlara karşı ileri süreceği şart şu olmalıydı: “Evet sizlerle ittifak kurup bu koalisyonu oluşturmuşsak da, sizlerden isteğim asla müslümanlara zarar vermemenizdir, aksi olursa bu koalisyonu bozarım.” Ancak maalesef anlaşılan odur ki, Erdoğan ve AKP, Hak ile bâtılı karıştırarak, Osmanlı saltanat kültürü, tasavvuf ve laiklik senteziyle oluşturdukları statüko dininde samimidirler. Bu geleneksel ve modern hurafelerle karışık din anlayışları açısından tevhid dininin yayılmasını tehlike olarak görüp bizzat kendileri de rahatsızdırlar ve bütün İslami çalışmaları Diyanet kontrolü altına almak istemektedirler. Bu sebeple, bizzat kendilerinin de engel olmak istedikleri tevhidî mesajın yaygınlaşmasını durdurmak ve tasfiye etmek için “Eski 28 Şubat”çılarla birlikte “Yeni 28 Şubat” sürecinin oluşturulmasını bir fırsat olarak değerlendiriyor olabilirler.
Zaten AKP, 15 Temmuz sonrası süreçte, Diyanet kontrolü dışındaki İslami tebliğ ve eğitim çalışmalarına, hatta Diyanetin izni olmadan Cuma namazı kılmaya bile karşı olduğunu açıklamış bulunuyordu. Aralık 2016’da yapılan, Diyanet İşleri Başkanlığı 33’üncü İl Müftüleri İstişare Toplantısından sonra yayımlanan 15 maddeden oluşan bildirgenin 5. maddesinde; “Ülkemizde son dönemde görünümleri ve etki alanları giderek artan birtakım türedi dinî hareketler dikkat çekmektedir… Alternatif Cuma namazları, sözde eğitim faaliyetleri, ilkesiz radyo ve televizyon yayımları ile taraftar toplamaya çalışan bu grupların toplumsal hasarlarını önlemek için gerekli tedbirler alınmalıdır.” denilmektedir. (http://www.dhaber.com.tr/diyanetten-yeni-feto-uyarisi.html).
AKP milletvekili Reşat Petek Başkanlığındaki AKP ağırlıklı “Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu Raporu”nda da şunlar yazılmıştır: “Son yıllarda çeşitli dini yapıların, DİB’dan bağımsız ve izinsiz olarak kendi binalarında Cuma namazı kıldıkları, kendi anlayışları çerçevesinde hutbeler okuyup vaaz ettikleri bilinmekte ve bu gittikçe de yayılmaktadır. Bu durum, dini bilginin sıhhatı ile ilgili olmasının dışında aynı zamanda bir iç güvenlik meselesi haline dönüşmektedir.” Söz konusu raporda bunlar söylendikten sonra, bağımsız İslamî çalışmaların İçişleri Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla laik devletin vesayeti altına alınması ve Müslümanların din özgürlüklerinin laik devlet denetiminde, Diyanet vesayetinde sınırlanması gerektiği ifade edilmiştir.
Oysa Tayyip Erdoğan ve destekçisi olan kimi akademisyenler, aydınlar savundukları Anglosakson laiklik anlayışları gereği “laik devlet bütün dinlere eşit uzaklıkta olmalı” diyorlardı. Ancak Kiliseler bağımsız ve özgür. Katolikler ayrı, Protestanlar ayrı, Ortodokslar ayrı kiliselere sahipler ve kendi dinî eğitim ve ibadetlerini kendileri belirliyorlar ve laik devlet ve Diyaneti bunlara müdahale etmiyor, karışmıyor ve niye ayrı ayrı kiliseleri ve ibadetleri olduğunu da sorgulamıyor. Zaten doğrusu da budur. Sıra İslam’a ve Müslümanlara gelince, laik devlet her türlü müdahalede bulunmayı, kuruluşundan beri olduğu gibi AKP döneminde de, laiklik iddiasıyla çelişerek hakkı olduğunu varsaymakta ve Müslümanlara her türlü zulmü yapmaktadır. Camiler laik devlete ve laik kurumlara bağımlı olduğu gibi, resmi ideolojinin ve statüko dininin de işgali altındadır. Hutbeler ve vaazların içeriği bile laik devletçe belirlenmektedir. Zorunlu tutulan eğitim ve öğretimde devlet okulları, Müslümanların çocuklarına da laik Kemalistlerin dinine göre tek tipçi eğitimi/öğütümü dayatmaktadır. Ayrıca bu laik-kemalist kesimlerin egemen resmî ideolojiye paralel şekilde işleyen son derece özgür özel eğitim kurumları da vardır. Sıra Müslümanlara gelince, İslami eğitim hakları gasp edilmiş, açtıkları özel okullar bile, laik Kemalist resmî dine göre hazırlanmış programlar çerçevesinde eğitim vermek zorunda bırakılmıştır.
AKP dönemi Diyanetinin bu 33. İl Müftüleri bildirgesinde aldığı karar ve Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporundaki öneriler uygulanacak olursa, Kemalist laik kuşatma altında boğulan Müslümanların, dernek ve vakıflar çerçevesinde oluşturdukları kısmi nefes alma alanlarında bile nefesleri kesilmek istenecek demektir. Üstelik bu durum, “Eski 28 Şubat Süreci”nde bile düşünülmemiş bir müdahaledir. Bu sebeple, “Yeni 28 Şubat”ın daha zalim uygulamalara yöneleceğinin göstergesidir. Böylece Diyanet dışında Cuma namazı kılmaları (ibadet etmeleri) ve kendi çevresinin çocuklarına İslami bilgiler vermeleri bile engellenebilecektir. Eğer AKP yönetimi, bütün İslami çalışmalarımızı, İslami ibadet ve bilgilenme alanlarımızı ortadan kaldırıp Diyanet tekelinde toplamaya kalkarsa, bugüne kadar İslam’a savaş açmış darbe dönemlerinde bile yapılmayanı yapacak demektir. Böyle bir duruma asla rıza gösterip susmamalı ve Müslümanlar olarak darbe dönemlerinde verdiğimiz tavizsiz mücadeleyi, “Yeni 28 Şubat”a karşı da vermeliyiz. Böyle bir uygulamaya teşebbüs etmesi hâlinde AKP zulmüne karşı da, İslami sorumluluğumuz gereğince en azından bizim kendi çapımızda gerekli mücadeleyi vereceğimiz hesaba katılmalıdır. Zorbalığın, haksızlığın zirveye çıktığı darbe süreçlerinde bile bizim 24 yıldır süren bağımsız Cuma namazı kılmamıza müdahale edilmemişken, sistem içi değişimle görece özgürlük vadeden AKP hükûmetleri mi bunu deneyecektir?
Bu Yeni Vesayet Sürecinde, AKP Yandaşı Olmayan Bağımsız İslami Çalışma Gruplarına Yönelik Zulümlerden Bazı Örnekler
“Yeni 28 Şubat”çılar, bir süreden beri, bağımsız İslami çalışmaları sindirme amaçlı politikanın uygulamasına geçmiş bulunuyorlar. Anlaşılan odur ki; nasıl ki işçiler aleyhine yasaların çıkarılması sürecinde Bülent Ecevit iktidar yapılarak işçi haklarını kısan bu değişiklikler ona yaptırılmışsa, Abdullah Öcalan’ın astırılmasını engelleyecek yasa değişikliği için MHP iktidar ortağı yapılarak bu değişiklik de ona yaptırıldıysa, sistemi rahatsız eden tevhidî uyanış sürecini akamete uğratıp tasfiye etmek görevi de Erdoğan’a verilmiş gibi görünmektedir. Erdoğan iktidarında önce çoğunluk tevhidî çalışma grupları AKP’ye destekçi durumuna kayarak sistem içinde kirlenip erime sürecine girdiler. Her şeye rağmen bağımsız kalanlar ve laik demokratik siyasete uzak durup tevhidî toplumsal değişim istikametinde çalışmayı sürdürenler de “Yeni 28 Şubat” sürecinde baskı ve zulümlerle sindirilmek, susturulmak, tasfiye edilmek istenmektedir. Bu “Yeni 28 Şubat” sürecinde, AKP’ye destekçi olmaya yanaşmayıp bağımsız İslami kimliğini korumak ve Nebevi yöntemi esas alan özgün tevhidî mücadelesi gereği tebliğ, eğitim ve vahye şahidlik sorumluğunu yerine getirmekte ısrarcı olan İslami çalışma gruplarına ve Müslüman davetçilere yaygın zulümler yapılmaktadır. Bunlardan sadece bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Mesela kendi emniyet ve istihbarat kuruluşlarının bile terörle bir alakası olmadığını bildirdiği “Hizb-ut Tahrir cemaati” mensuplarına verilen yüzlerce yıllık zalimane cezaları (bu cezaları verenler FETÖ’den atıldıkları halde) bu “yeni vesayet” döneminde onaylanmış olup, bu cemaate karşı ideolojik olduğu açık olan acımasız ve büyük hukuksuzluklar yaşanmaktadır. AYM defalarca bu cemaate ve üyelerine yönelik, “terör örgütü” üyesi olmak iddiasıyla verilen cezalarla “insan hakları ihlali” yapıldığına, açıkça “terör örgütü” olmadığına ve şiddeti benimsemeyen sivil bir yapılanma olduğuna karar verdiği halde Ağır Ceza mahkemeleri ideolojik Kemalist önyargıyla ağır cezalar vermeye devam etmekte ve hak ihlali kararlarına rağmen yeniden yargılamaya yanaşmamaktadır. Ayrıca bu grubun yaptıkları konferanslar hukuksuz biçimde iptal edilmekte, bu haksızlıklara sivil itirazlarda bulunan kadınlar ve çocuklar dâhil yüzlerce kişi topluca gözaltına alınıp zulmedilmektedir.
2- Görece özgürlük vaadeden AKP döneminde, 10 Mart 2017 tarihinde “İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı” İLKAV’da Cuma namazı basılıp hutbe okuyan imam ve vaaz hocası gözaltına alınmış, baskıcı zalim uygulamalar yapılmıştır. İLKAV olarak 1993 yılından bu yana sürdürdüğümüz önemli bir pratiğimiz, her Cuma günü konferans salonumuzda gerçekleştirdiğimiz konferansı müteakip Cuma namazının kılınmasıdır. 24 yıldan bu yana darbe süreçlerinde bile yaşanmamış bir olay, 10 Mart 2017 Cuma günü yaşanmıştır. İLKAV konferans salonunda kılınan Cuma namazı, tarihinde ilk defa, önce bazı sivil ve emekli polislerin öncülüğünde organize olmuş bir grup provokatörün provokasyonuyla ifsad edilmeye çalışılmış ve bilahare aynı grubun ihbarıyla polis baskını gerçekleştirilmiştir. Ancak ne o gün ne de sonra suçun ne olduğu ortaya konamamış ve hiç kimse de bu zalimliklerin hesabını sormamıştır.
Üstelik 11 Mart’ta Vakıf Başkanı olarak yayınladığım açıklamada “2017 yılının Mart ayının 13’ünde Pazartesi günü saat 11.00’de TEM’e gelip teslim olacağım, hutbede okunan açıklamayı ben yazdım, bu kardeşlerimizin hiçbir suçu yok. O açıklamada da herhangi bir suç da yok. Ama siz açıklamada illa bir suç icat edecekseniz, o suçlu benim. Kardeşlerimizi bırakın ve beni alın yargılayın” demiştim. Pazartesi gideceğim bilindiği hâlde bir gün beklemeden Pazar günü Vakıf binasına baskın düzenleyip beni zorla gözaltına aldılar. Kaçmayıp kendiliğinden gelip ifade verecek birisine gözaltı uygulamak kendi yasalarına bile aykırı büyük bir zulümdür. Beş gün gözaltında tuttuktan sonra serbest bıraktılar ve sonuçta da uzun bir süre sonra “hiçbir suç unsuru bulunmadığı” gerekçesiyle takipsizlik kararı verdiler. “Eski 28 Şubat” sürecinde bizim İLKAV olarak gerek meydanlarda, gerek “Hükümetten parlamentoya, Yargının tüm üst kurumlarından TSK’ya kadar” laik devletin bütün kurumlarının önünde, gerekse Cuma vaaz ve hutbelerimizde devleti, kurumlarını, politikalarını ve darbecileri hak ettikleri en sert üslup ve içerikle eleştirdiğimiz hâlde, bir kez olsun Vakfımız ve Cuma namazımız basılmadı ve bizler bir kez olsun gözaltına alınmadık. Darbe dönemlerinde bile bize yapılmayan bu hukuksuzlukları ve zulümleri AKP koruması altındaki “Yeni 28 Şubat” sürecinde yaptıkları hâlde bir özür dileme bile söz konusu olmamış, yaptıkları zulüm yapanların ve koruyanların ahirette bedelini ödeyecekleri hesaba yazılmıştır.
3- Furkan Vakfına ve Alpaslan Kuytul’a yönelik hukuksuzluklar, legal bir vakfa yapılan “terör örgütü” muamelesi, vakıf merkezinin zırhlı araçlarla, tomalarla ve ağır silahlarla kuşatılıp, gece yarısı kapılarının koçbaşlarıyla kırılarak evlere girilmesi, hiçbir hukuk ve ahlak anlayışı ile bağdaştırılamayacak kadar büyük bir zulüm olarak dikkati çekmiştir. Son olarak da, Alpaslan Kuytul, bir yıla yakın mesnetsiz biçimde ceza evinde tutulduktan sonra tahliye edilmiş ancak o gece evinde ve sevenleriyle rahat etmesine bile fırsat verilmemiş, ziyaretine gelen sevenlerine evinin balkonundan hitap ederken halkın vergileriyle ellerine verilmiş araçları keyfi biçimde kullanan polisler tarafından çalınan sirenlerle susturulmak istenmiş ve ertesi gün adeta “uslu durmazsan seni ezeriz” dercesine tekrar tutuklanmıştır. Kocası bunca haksızlıklara muhatap olan bir eş olarak Alpaslan Kuytul’un hanımının, bu keyfiliklere karşı sivil açıklamalar yapmasına bile tahammül edilemeyerek defalarca gözaltına alınması ne anlama gelmektedir? Bu hukuksuzlukları ve keyfilikleri, bu kadar cüretkârca yapabilen polis yetkilileri bu cesareti kimden alıyorlar?
Adana’da Furkan Vakfı mensuplarının bir parkta yaptıkları son derece masum bir basın açıklamasına katılan başörtülü bir kardeşimizin, polis kılıklı zalimlerce zorla başındaki örtü çekilip alınmaya çalışılmış, kadın ve çocukların da olduğu topluluğa biber gazı ve tazyikli su kullanmaktan çekinilmemiştir. Yine Adana’da Furkan Vakfı çevresinden başörtülü kızların kaldığı öğrenci evlerinin polis tarafından kaba bir yöntemle basılarak eşyalarıyla birlikte sokağa atıldıkları vb. birçok zulüm örneği medyaya yansıdığı hâlde bu tür uygulamalar en tepeden savunulmakta ya da sessizce üstü örtülmektedir. Polisler bile kendi yasalarına sadakat göstermezse, maaşları ve kullandıkları silah ve araçlar bizlerden zorla alınan vergilerle karşılanan ve bizim güvenliğimizi sağlamakla görevli olan bu kadrolar bile bu kadar keyfi davranırlarsa, onlara karşı bizim güvenliğimizi kim sağlayacaktır?
Ayrıca, Furkan Vakfı’nın iptal edilen son konferansının konusu “kutlu doğum” üzerine olunca, bağımsız İslâmî çalışmalara yönelik baskı ve zulümlerin giderek artması da dikkate alındığında, ister istemez, “İslâmî konular Diyanet tekelindedir, başkalarının bu alanda faaliyet göstermesine müsaade edilmeyecektir mi denmek isteniyor?” sorusu, gündeme bütün ağırlığıyla oturmuştur. Böylece “Cuma namazı kılacak olan, sadece laik Diyanetin imamının arkasında ve laik ulus devletin belirlediği resmî hutbelerle kılabilir. İslâmî eğitim almak isteyen sadece laik eğitim programı uygulayan İHL’den ve laik Diyanetin kurslarından alabilir. Rasûlullah’ı (s) anmak isteyen de sadece laik Diyanetin programlarına katılabilir. Sonuç olarak, laik Diyanet ve laik devlet kurumları dışında kimse İslâmî herhangi bir çalışma yapamaz” mı denmek isteniyor?
4- Konya’da Selam-Der adlı dernekle birlikte o çatı altında faaliyette bulunan ve başında Alâaddin Palevi Hoca’nın bulunduğu İslâmî ilimler tahsil edilen medrese KHK ile kapatıldı, binasına ve kitaplar dâhil içindeki eşyalara el konuldu. Gaziantep’te de bazı medreseler kapatıldı. TEGEM adıyla eğitim faaliyeti sürdüren Müslümanlara ait özel okullar kapatıldı. İstanbul Bağcılar’da İslâmî davet ve eğitim faaliyetleri yürüten Daru’l-Erkam Medresesi hocalarından Cihan Akman ve 7 arkadaşı gece yarısı baskınıyla gözaltına alındılar. Cihan Akman bir yıl tutukluluktan sonra beraat etti. Recep Baltacı, Artvin’den Murat Aydın, Bağcılar’dan Salim Demirel ve daha niceleri aynı akıbeti paylaştılar. Anlaşılıyor ki, önce sindirmek ve gözdağı vermek amaçlı gözaltı kararları veriliyor, sonra uygun suç aranıyor, ama bulunamıyor.
Bazı şikâyetler üzerine, iki yıldan bu yana Silivri ceza evinde tutuklu bulunan Kerimullah Tandoğan ise başından geçeni şöyle aktarmaktadır: “Ben Zeytinburnu’nda ikamet ediyorum. Özbek Hoca diye tanınmış olan Abdullah Buhari’nin öğrencisiyim. Malumunuz hocam 2014’te Rus Ajanlar tarafından suikaste uğramıştı. 2017’nin şubat ayında bazı mecraların şikâyetiyle tutuklandım. Bana ‘Kanaatle 7 yıl 6 ay ceza’ verdiler. Altını bir daha çiziyorum “kanaatle ceza” yani zanla hükmettiler. Ellerindeki kıytırık, eften püften şeylerle dosya oluşturup bana hiç söküp atamayacağım bir leke sürdüler. DEAŞ terör örgütüne eleman kazandırma yaftasıyla ‘davet’ hayatımı bitirdiler. Ben sokak davetçisiyim, cemaatimle beraber caddelerde stant açıp dilimizin döndüğü kadar toplumu bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Şu an o hizmetin önüne taş koydular. Ben sokaklara geri dönmek istiyorum. Kardeşlerimle buluşmak onlarla gönül köprüsü kurmak ve toplumu daha iyi konuma getirmek istiyorum. Ben topluma adam kazandıran biriyim, toplumu yok eden değil. Beni marjinal anarşistlerle denk tuttular.”
5- Bağımsız İslâmî çalışmalar yapan Müslümanlara yönelik son dönemdeki baskılara sürekli yenileri ekleniyor. Birçok dernek, vakıf ya da İslami eğitim ve tebliğ çalışması yapan Müslüman davetçiler ya da medreseler hedef alınmakta baskı ve zulümle sindirilmeye çalışılmaktadır. Kalemder ve Maruf Yayınları çevresinden Ahmed Kalkan Hoca ve Ahmet Turgut Ulucak, yaptıkları İslami sohbetler sebebiyle son zamanlarda sık sık ifadeleri alınmak üzere emniyete ve savcılıklara çağırılmaktadırlar. Ayrıca, Şahımerdan Sarı’ya ve çevresine reva görülen baskılar ve hukuksuzluklar da sürmektedir. Adana’dan Fukara-Der yöneticisi Hasan Süslü’nün birçok örnekte yaşandığı gibi evi gece yarısı basılıp kapısı zorlanarak girilmiş ve gözaltına alınmış, sonra da yine birçok örnekte olduğu gibi bir suç unsuru bulunamadığı için serbest bırakılmıştır. Siraç Derneği, Davet-Der ve Venhar Kur’an Evi gibi çocuklara İslami bilgiler veren mekânlar kapıları mühürlenerek kapatılmışlardır. Kur’an’a Hizmet Vakfına kayyum atanmış ve soruşturma açılmıştır. Edirne Gençlik Derneği yöneticisi Habil Mert’in İslami sohbet verdiği mekân basılıp izinsiz sohbet iddiasıyla bu mekânı terk etmeleri istenmiş, yarım kalan sohbeti tamamlamak için yakındaki Camiye gitmeleri üzerine polis oraya da gelip İmamı yönlendirip Camide bir grup müslümanın İslami sohbet yapmasına da müdahale ederek orayı terk etmelerini istemiştir. Fikir hürriyeti söyleminin sadece kâğıt üzerinde kaldığının peş peşe örneklerini görüyoruz. Son zamanlarda gözaltına alınan Müslümanların hiçbirisi, ne şimdi ne hayatlarının herhangi bir dönemlerinde şiddete hiçbir şekilde başvurmuş ya da şiddet yöntemini benimsemiş kimseler değildir.
6- Tevhid Dergisi’ne ve Halis Bayuncuk başta olmak üzere birçok Müslümana ve bunların İslami eğitim kurumlarına yönelik zalimane uygulamalar yapılmış, baskılar, kapatmaya dair kararlar, haksız suçlamalar ve mesnetsiz cezalar verilmiştir. Bütün bu zulümler, keyfilikler, hukuksuzluklar, ülkeyi idare eden siyasi otorite tarafından sadece seyredilmektedir. Maalesef bu tür zalimane uygulamalar, giderek başka grupları da kapsayacak şekilde yaygınlaşmaktadır. Bunlara benzer, bir toplumu İslamileştirmede şiddeti yöntem olarak kullanmayı reddeden, hatta kör şiddeti bu amaçla kullanan gurupların İslam’a ve İslami mücadeleye büyük zararlar verdiğine inanan bağımsız İslami kuruluşlardan birçoklarına, hatta kimi Kur’an okuma çalışmalarına bile kolayca “IŞİD” damgası vurup iftira ederek verilen haksız cezalar ve yapılan zulümler söz konusudur. Mesela gözaltına alındığımda aynı hücrede tutulunca tanıdığım, bazı konularda farklı düşündüğümüzü tespit etmiş olsak da, IŞİD ve benzeri kör şiddet hareketlerine açıkça karşı olduğunu bizzat kendisinden dinlediğim ve bana “küresel cihad hareketi İslam’a ve müslümanlara büyük zararlar verdi” diyen Halis Bayuncuk da açık bir zulme muhatap kılınmıştır. Dosyasında da IŞİD’e karşı olduğuna ve hatta IŞİD tarafından tehdit edildiğine dair belgeler olduğu hâlde Perinçek’in sahiplenip övdüğü ideolojik yargı tarafından IŞİD üyesi olmak suçlamasıyla 12 yıl cezaya çaptırılmış bulunmaktadır.
Nedir bunca zulmün sebebi? Bu insanlar hangi suçu işlemişlerdir? Üstelik şiddete başvurmadan sadece kendisini ifade etmek isteyenlere yönelik bu polis şiddetinin ve ideolojik yargı baskısının izahı yapılabilir mi? Bu gidişin sonu dünyada da ahirette de hüsrandır. Hangi inanç, fikir ya da düşünce kesimi olursa olsun, herkes istediği fikri ve inancı, serbestçe seçip özgürce beyan edebilmeli ve yaşayabilmelidir. Şiddete başvurmadığı ve kör şiddete çağırmadığı, başkasının hakkına ve hayatına zorla müdahale edip hak ihlali yapmadığı sürece hiçbir gücün müdahale etme ve zorbalıkla engel olma hakkı olamaz. Bazı konularda birbirlerinden fikrî ve bazı yöntem farklılıkları da olan bu Müslümanların tek ortak yanı vardır. O da, Tevhidî ilkelerin ve Nebevî yöntemin ana istikametinde davet ve eğitim çalışması sürdürmeleri ve sisteme eklemlenmeye yanaşmamalarıdır. İşte bütün bu kesimlere yapılan haksız uygulamalar, baskılar, yasaklar ve verilen haksız cezalar, “fikir hürriyeti, bu ülkede sadece sisteme eklemlenenlere ait bir ayrıcalık mı?” sorusuna haklılık kazandırmaktadır.
7- Suçun varlığı ispatı gerektirmeyecek biçimde bütün toplumca bilinmekte olduğundan 28 Şubat darbecilerine mecburen verilen “müebbet hapis” cezalarına rağmen tutuklama kararı vermeyen 28 Şubat darbesinin de arkasında durmuş olan Ergenekoncu ve 28 Şubat’çı Perinçek’in “bağımsızlığının zirvesinde” olarak tanımladığı “mahkeme”ler, FETÖ iftirası sonucunda “darbe teşebbüsü” ile alakasız ve henüz suçları ispat edilmemiş ve ceza da almamış olan on binlerce insanı yıllardır tutuklu biçimde yargılamakta ısrar etmektedirler. Gülen grubuna yakın olanların, onlara nasılsa yardım etmiş olanların yahut bir şekilde yasal düzlemde yolu kesişenlerin bile üzerine acımasızca gidilirken, kurunun yanında nice yaşlar da yanmaktadır. Onlarca mağdur kişi çaresizlikle bunalıma girip intihar etmiş, binlerce kişinin ailesi, çocukları sefalete itilmiş bulunmaktadır. Darbeden hemen sonra 125 bin kişi kamudan ihraç edilirken, büyük çoğunluğu ise soruşturmalara maruz kalmıştır. Soruşturmaların neticesinde 27 bin kişi mahkemeler tarafından takipsizlik ve beraat almasına rağmen, ne yazık ki OHAL Komisyonu tarafından henüz ya işe iade kararı verilmemiş ya da ret kararı verilmiştir. Masumiyeti mahkeme tarafından kesinleşen KHK’lılar ise büyük sıkıntılar içinde işe iadesini beklemektedir. Ayrıca eften püften sebeplerle KHK ile işten atılanların, emeklilik hakları da gasp edilerek ikinci bir zulme muhatap kılınmışlardır. Çok yaygın ıstıraplar yaşanmakta, haksızlığa uğradıkları tespit edilenler bile eski haklarına kavuşamamaktadır. AKP destekçilerinden Bahadır Kurbanoğlu bile bu süreçte “Hukukun çiğnenen en temel kaideleri”nin “-Adil yargılama, -Masumiyet karinesi, -Suçun şahsiliği ve -Lekelenmeme hakkı” olduğunun altını çizerek, “Bu dönemde de Siyaset-Medya-Yargı üçlüsünün ideolojik davranma geleneğinin ihya edildiği” görüşünü savunmaktadır. Gerçek FETÖ’cü iş adamlarına ve siyasilere dokunulmadan, taban denilen memurlar ve zayıflar alanında yaşanan yaygın mağduriyetler ve sıkıntılar, yansıma suretiyle milyonlarca insanda öfke birikimine yol açarak, Gülen çetesinin militan darbeci kesimiyle yapılması gereken mücadeleyi de zaafa uğratabilecek bir yöne doğru ilerlemektedir.
8- Bir tarafta, darbe suçu işledikleri ispat edildiği halde tutuklamayıp serbest bırakarak 28 Şubat darbecilerini kayıran uygulamalar yaşanırken, diğer yanda bu suçu işleyenlerin brifingleriyle yönlendirilmiş ideolojik yargıçlarca verilmiş darbe yargısı kararlarıyla haksız cezalara muhatap kılınan 28 Şubat darbesi mağdurları yaklaşık 600 kişi 22 yıldır ceza evinde tutuluyorlar. Aynı şekilde ulusalcı kemalist darbeci zihniyetin “derin devleti”nin provokasyonu olduğu açığa çıkmış bulunan Sivas olayları bahanesiyle haksız cezalar verilerek ceza evine atılmış mazlumlar 26 yıldır yeniden yargılanmayı beklerken, onlara ve mazlum ailelerine merhamet etmeyenler, darbe suçu işleyip “müebbet” hapis cezası almış olanları serbest bırakıyorlar. AKP iktidarı bu darbeciler için yeniden yargılanmanın yolunu hemen açarak onları serbest bırakıp görevlerine iade konusunda bu kadar acele ederken 16 yıllık iktidarı sürecinde hem de çok haklı bir gerekçeyle “yeniden yargılama” isteyen 28 Şubat mağdurlarını duymazdan ve görmezden gelmeye devam etmektedir.
Bütün bunlar, “milliyetçi” ve ulusalcı kemalist zihniyetin, Erdoğan’ın yanlış politikaları ve işbirliği sebebiyle yargı ve emniyet başta olmak üzere devlet kurumlarında yoğun biçimde kadrolaşmalarıyla devlet üzerinde oluşan bürokratik vesayetin kaçınılmaz bir sonucu olarak görülmelidir. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki süreçte, devletin yeniden ABD’nin ve Batının “eski bizim çocuklar”ı olan ulusalcı kemalistlere, Ergenekonculara ve Türk “milliyetçi/kavmiyetçi”lerine teslim edildiği içeriden tespitlerle de ifade edilmektedir. Üstelik “yeni bizim çocuklar” olan Fetullahçı kadrolardan bazıları hâlâ etkin biçimde görevde kaldıkları halde, tasfiye edilenlerden boşalan yerlere de ulusalcı kemalistler ve MHP’li kadrolar yerleşmekte ve bunlar hep birlikte “İslami duyarlılıkları olan” kadroları FETÖ’cü diye tasfiye etmektedirler. Tıpkı FETÖ’nün Ergenekoncu olmayanları bile (bu damgayı basıp) tasfiye ederek kendi adamlarına yer açtığı gibi, şimdi de aynı taktiği ulusalcı Kemalistler ve MHP’liler uygulamakta ve kendilerinden olmayanlara yönelik bu topyekûn tasfiye ile birçok masum insanın mağduriyetine yol açılmaktadır. Bu taktikle hem boşalan kadrolara kendi adamlarını yerleştirip devleti tamamen ele geçirmeye çalışmaktadırlar hem de bu “Yeni 28 Şubat”çılara itiraz edebilecek mutedil unsurlar ortadan kaldırılmaktadır. Böylece Fetullah çetesinin bazı unsurlarıyla birlikte, FETÖ ile alâkası olmayan ama İslami duyarlılığı olan kimselerden boşaltılan yargı, TSK ve polis başta olmak üzere askeri ve sivil bürokratik kadroların bu kesimler tarafından doldurulduğu gerçeği yaşanmakta ve bu durumun giderek neo-Kemalist uygulamaları arttırdığı gözlemlenmektedir. Bir yandan bağımsız İslami çalışmalar, “Reis” adına bu kadrolarca sindirilmeye çalışılmakta, diğer yandan Erdoğan’a tam teslimiyetinden şüphe edilen AKP’nin “aktif destekçileri” dahi hedefe konabilmektedir. Kemalist resmi ideolojik kuşatma ise, eğitimden diğer kurumlara kadar, bazı yasaklar ve dayatmalar kaldırılmış olsa da büyük çapta devam etmekte, hatta bazıları yeni statükoda da yerleşik bir kabul haline getirilmekte, kalıcı hüviyet kazanmaktadır.
9- 1990’lı yıllarda Türkiye’de Müslümanlara pek çok zulmün yanı sıra başörtüsü zulmü de yaygın olarak uygulandı. Onca zulme rağmen o dönemde bir Müslüman hanımın gözaltı, tutukluluk dönemi ya da nezarette herhangi bir gerekçeyle başının açıldığına ne şahit olduk ne de böyle bir olay duyduk. Ancak yaşanan “Yeni 28 Şubat” sürecinde İçişleri Bakanının açıklamasıyla bu uygulamanın yapıldığını basından öğrendik. Soylu’nun basına yansıyan açıklaması şöyle; “Biz bir tedbir alıyoruz. Nezarethaneye bir kadın veya bir erkek girdiği zaman biz hiçbir şey tutmuyoruz. Kadınları ayrı bir nezarethaneye koyuyoruz. Başörtüleri konusunda bir tasarruf yapmak durumundayız. Başörtülerini alıyoruz, orada hiçbir erkek personel olmuyor.”
Bakan Soylu’nun, ‘tedbir alıyoruz’ gerekçesiyle açıkladığı başörtüsünün cebren çıkartılması olayı asla kabul edilemez. Suç ve suçluyla mücadelede hukuk kurallarına ve temel haklara riayet edilmesi gerekir. Başörtüsünü çıkartma gerekçesi olarak sunulan, ‘kendilerine veya birbirlerine zarar vermemeleri’ hususu gerçekçi de değildir. Bu mantıkla gidilirse kişilerin gömleği, pantolonu, iç çamaşırı ve diğer kıyafetlerine de müdahale edilmesi gerekir. Kadınların konulduğu nezarethanelerde de birçok hizmetin erkek memurlar tarafından verilmesi, kadınların lavabo ihtiyaçları için erkeklerin olduğu bölümden geçmek zorunda kalmaları, kameraların başında erkek personelin olması, bazı memurların bu konuda gerekli hassasiyeti göstermemeleri gibi birçok gerçekle karşı karşıyayız. O halde hiçbir sebeple gözaltına alınan kadınların başörtüleri zorla alınamaz. Bu tür zalimane bir uygulama da, ilk defa AKP koruması altındaki “Yeni 28 Şubat” sürecinde yapılmaktadır.
Ayrıca, Müslümanlarca ya da haksızlığa uğrayan diğer kesimlerce bu tür zulümleri protesto etmek amacıyla şiddete başvurmadan yapılan sivil basın açıklamalarının bile şiddet kullanılarak dağıtıldığı ibretle gözlemlenmektedir. Bu tür hukuksuz uygulamalar sürecinde, Adana’da bir parkta yapılan basın açıklamasına katılan başörtülü bir kadının başörtüsünün polis tarafından çekilip alındığı görüntülerle sabittir. Ankara’da yapılan bir başka protesto açıklamasında da bir diğer başörtülü kadına bir polisin alçakça el ile tacizde bulunulduğu ibretle gözlemlenmiş bulunmaktadır. Üstelik bu tür kötü muameleleri yapanların haklarında soruşturma açılıp bu tür haksızlıkların, hukuksuzlukların ve ahlaksızlıkların engellenmesi için müeyyide uygulanması yoluna gidilecek yerde, tam tersine bunları ortaya çıkaranlar “polisi yıpratma” amaçlı yayınlar yapmakla yaftalanıp susturulmak istenmektedirler. Nitekim, İçişleri Bakanı Soylu “Babası FETÖ’den ihraç, kardeşi DHKP-C’li proje kadın üzerinden polisi ezmesine müsaade etmeyiz” diyebilmiştir. Tıpkı katil darbeci Sisi rejiminin idama mahkûm ettiği Mısırlı genç bir Müslümanı hukuka aykırı biçimde darbeci katile iade eden polisi ve yetkilileri sorguya çekip cezalandıracak yerde, o gencin uçakta arkadan kelepçeli resmini çekip duyuran temizlik işçisinin tutuklanmasının tercih edilmesi gibi. Açıkça ölüme gönderilen Mısırlı Müslüman gencin iade kararını alan yargıçlar, uygulamayı yapan polisler hangi ideolojinin emriyle kendi hukuklarına da aykırı bu kararı alıp ve hukuksuz uygulamayı yaptılarsa, gözaltı sırasında bir kadına el ile cinsel tacizde bulunmak da aynı “Yeni 28 Şubat” zihniyetidir. Tüm bu zulümlerin ortakları “Eski 28 Şubatçı” ulusalcı Kemalist veya MHP’li yargıçlar ve polis yetkilileridir.
Emniyet yetkililerince, polis tarafından cinsel tacize uğrayan kadınla ilgili yapılan açıklamada, “M.D. isimli şahsın zaman zaman Ankara’ya gelerek eylem ve etkinliklere katıldığı, babası E.D’nin Çorum ilinde öğretmenlik yaparken FETÖ/PDY terör örgütü içerisindeki faaliyetlerinden dolayı (Aktif Eğitim Sen üyesi olduğu) 2016 yılının Ağustos ayında ihraç edildiği” belirtildi. “Sosyal medyada ve basın kuruluşlarında habere konu olan yakalama işlemi esnasında çekilen videolarda olayın bütünü ile ele alınmayarak sadece bir kare üzerinden Türk Polis Teşkilatının kamuoyu nezdinde yıpratılmaya çalışılarak küçük düşürülmek istendiği” belirtilen açıklamada, ayrıca şöyle denildi: “Bahse konu eylemde şahıslara dağılmaları hususunda gerekli yasal uyarılar yapılmış olup şahısların eylemlerine devam etmeleri üzerine, yakalama işlemi sırasında direnmeye devam ettikleri, M.D. isimli bayanın gözaltı aracına alınması esnasında direnmesi sonucu basına yansıyan görüntülerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örgüt mensuplarınca gündeme getirilen bu ve benzeri görüntülerin amacı, emniyet teşkilatını yıpratmak, görev alan personeli teşhir ederek moral ve motivasyonunu bozmak, görev yapmasını engellemeye çalışmak amaçlı olup… paylaşımlar hakkında cumhuriyet başsavcılığına birden fazla suç duyurusunda bulunulmuştur.”
Görüldüğü üzere, en temel insan haklarını ihlal eden, başörtülü kadına el ile cinsel tacizde bulunan, idamlık müslüman genci Sisi cuntasına iade eden, terörle alakası olmayan Müslümanların evlerini gece yarısı kapıları kırarak basan, gözaltındaki kadınların başörtülerini zorla açan polisin bu yaptıkları hukuksuzluklar basına yansıdığında, polisi yıpratma suçlamasına muhatap kılınıp zulme itiraz engellenmek ve zulümler örtülmek istenmektedir. Hâlbuki polisi gerçek anlamda yıpratanlar, öncelikle ve bizzat polis içinde bu tür hukuka, yasalara ve ahlaka aykırı davranışlarda bulunan polislerdir. Bir de bu polisler hakkında soruşturma açıp müeyyide uygulamak yerine onları sahiplenip savunan polis müdürleri ve bizzat İçişleri Bakanının kendisidir. Çünkü polise güveni sarsacak olan bu tür hukuksuz ve ahlaksız uygulamalardır, bunların haber yapılarak eleştirilmesi değil.
10- Bazı il ve ilçelerde kendilerini gizemli bir üslupla devlet görevlisi olarak tanıtan (istihbarat elemanı olabilirler) bazı kişilerin, muhtarları ziyaret edip, İslami tebliğ çalışmaları yaparak çevresine vahyin mesajını yaymaya çalışan bazı Müslümanlar hakkında bilgi istedikleri ve aynı kişilerin bu tür Müslümanların davetine icabet edip sohbetlerine katılanları ürkütüp bu müslümanları kötüleyerek onları dinlemeye gitmemelerini öğütledikleri haberleri de yaygınlaşmaktadır.
11- Bu kadar yaygın ve zalimane uygulamalar söz konusu olunca, bazı İslami grupların da kendiliğinden faaliyetlerini kısıtlamaya, “Yeni 28 Şubat”çıların şerrinden çekinerek geri adım atmaya yöneldikleri gözlemlenmektedir. Mesela “Eski 28 Şubat” sürecinde zulme ve darbecilere karşı ilkeli ve yürekli bir direniş ortaya koyan iki gruptan birisi on yıllardır çıkardıkları bir dergiyi kapatma yoluna gitmiş, diğer bir grup da yıllardır sürdürdüğü Diyanetten bağımsız Cuma namazı kılma pratiğini sonlandırmıştır. Çünkü dergide yazıları çıkan ya da dergiye gelip giden yahut da Cumaya gelenlerin fişlendiğini ve dosyalarına bu İslami çevreyle ilişkisine dair belge konulduğunu, sonra da bir kamu kurumuna işe girme teşebbüsünde, bunların değerlendirildiğini öğrenmişler. Bu tür gençlerin yazılı sınavı kazandıkları halde mülakatta elendiklerini ya da atama sürecinde bu belge ileri sürülerek engellendiklerini, hatta ataması yapılmış olanların dahi işten atılmayla muhatap kılındığını tespit etmiş bulunuyorlar. “Eski 28 Şubat” sürecinde bile bu boyutta yaşanmamış bütün bu zulümler, AKP koruması altındaki “Yeni 28 Şubat” sürecinde yaşanmaktadır. Şüphesiz ki, ahirette bunların hesabı sorulacak, zalimler hak ettikleri azabı tadacaklardır.
Bazı AKP Destekçisi Gruplar Bile, “Yeni 28 Şubat”ın “Eski 28 Şubat”tan Daha Zalimane Uygulamalar Yaptığını Söylüyorlar
Başörtülü bir hanıma gözaltı sırasında cinsel tacizde bulunan polisin, yapılan resmi açıklamalarla sahiplenilip taciz zulmünü ifşa edenlerin polisi yıpratmakla suçlanması ve gözaltındaki tesettürlü hanımların başörtülerinin zorla alınması zulmünün İçişleri Bakanı tarafından savunulması üzerine; yıllarca yayınladıkları bildirilerle AKP’yi ve yaptığı anayasa değişikliklerini aktif biçimde destekleyen tevhidî uyanış süreci gruplarından bazıları da bu sürecin “Eski 28 Şubat”tan daha zalimane uygulamalar yaptığının altını çizmişlerdir. Mesela Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya yaptığı konuyla ilgili açıklamada şunları ifade etmiştir: “Ne hazindir ki, AK Parti iktidarının ‘Yeni Türkiye’ söylemiyle geçmişin karanlık sayfalarının mazide kaldığı ve zorbalık uygulamalarının unutulmaya terk edildiğinin sıkça iddia edildiği bir vasatta 28 Şubat’ta bile tevessül edilemeyen bir uygulamanın icra edildiğini bizzat İçişleri Bakanı’nın ifadelerinden öğrenmiş bulunuyoruz! İçişleri Bakanı Süleyman Soylu kendisine yöneltilen bir soruya cevaben gözaltına alınan başörtülü hanımların ‘tedbir gereği’ nezarethanelerde başörtülerinin çıkarıldığını ifade etmiş. Açıkçası bu açıklamanın anlamsızlığını tartışmıyor, içerdiği had safhada tutarsızlıkları saymayı lüzumsuz addediyoruz. Ayrıca yapılanın neden din ve vicdan özgürlüğü açısından kabul edilemez bir zulüm olduğunu; insan hakları zaviyesinden ne kadar bariz bir ihlal teşkil ettiğini; 28 Şubatçı despotların bile yeltenmediği böylesi bir çirkinliğe başvurmanın nasıl bir çarpık zihin ürünü olduğunu uzun uzadıya sıralamaya da gerek duymuyoruz. Gözaltına alınan mütesettir hanımlara açık ve doğrudan işkence anlamına gelen bu zalimane uygulamaya derhal son verilmelidir!”
Anadolu Platformu çevresinden olan Ramazan Beyhan ise, Mazlum-Der adına Cumhurbaşkanına yazdığı açık mektupta şu çağrıda bulunmak zorunda kalmıştır: “Devletin ‘bekası’ adına ifade ve örgütlenme özgürlüğü iyice kısıtlandı. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, bizzat güvenlik görevlilerince ihlâl ediliyor. Diyarbakır’da bir kadının site içindeki evine, gece yarısı 03.00’te, kapısı koçbaşı ile kırılarak girilebiliyor. İnanca ve mahremiyete saygı gösterilmiyor. Nezarethanelerde kadınların başörtüleri çekip alınabiliyor. STK’lar üzerinde baskı kuruluyor, basın açıklamaları engelleniyor, kapalı dernek toplantılarında bile polisler kapılara dayanıyor. İçişleri Bakanı, suçu önleme adına güvenlik görevlilerine şiddet tavsiye edip, “yakalayın, ayaklarını kırın” diyebiliyor. Bir kadın, erkek güvenlik görevlileri tarafından, “kargatulumba” gözaltına alınırken, cinsel taciz tartışmalarına neden olacak görüntüler basına yansıyor. Sorumlu Bakan, “suçlu bile olsa bir kadına böyle davranılmaz” diye polisini uyaracağına; “Yasadışı eylem yapıp direnirseniz, uyarılardan sonra ‘kargatulumba’ gözaltına alınırsınız. Hayatı kendi gibi düşünmeyenleri tacizle geçenlerin ‘Babası FETÖ’den ihraç, kardeşi DHKP-C’li, proje kadın’üzerinden polisi ezmesine müsaade etmeyiz” diye bir tweet atabiliyor. Cezaların şahsiliği prensibi, üst düzey görevliler eliyle buharlaştırılıyor. FETÖ ya da diğer örgütler bahane edilerek hukuk ve adâlet görmezlikten gelinmemeli… Lütfen, ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği için, değerlerimize büyük zararlar veren söz konusu uygulamalara engel olunuz.”
Birçok kuruluş da şu meyanda açıklamalar yapmaktadırlar: “Meclis ve hükümet ‘28 Şubat Post-Modern Brifingli Yargı’ döneminde açılan, devam eden veya karara bağlanan davaları yok sayarak bu davaların, hukuk usulüne uygun, sanık haklarını gözeterek adil bir yargılama süreci ile yeniden görülmesini sağlayabilir. Adaletin ve hukukun gereği de budur. Darbe dönemi şartlarında en ağır iddialarla da olsa yapılan yargılamalar şekli olarak dahi olsa lekelenmiştir ve adil bir yargılamadan bahsedemeyiz. Bu yüzden en azından halen cezaevlerinde olan kişiler yönünden net ve genel bir düzenleme yapmak zaruret halini almıştır.”
Ancak maalesef, bütün bu çevrelerin hep birlikte destekledikleri hükümet ve meclis, tüm bu adalet ve hukuk içerikli çağrıları görmezden, duymazdan gelmekte ve sonuçta “Eski 28 Şubat’ın mağdurları hukuksuz cezaların çilesini çekmeye devam etmektedirler. Ancak aynı hükümet ve meclisin “yeniden yargılama yolunu açıp beraat ettirdikleri” darbeci kadroların yeniden işbaşı yapmalarıyla “Eski 28 Şubat”çı ulusalcı Kemalistler ve MHP ile kurulan koalisyonla başlayan “Yeni 28 Şubat” süreci üçüncü yılında yeni mağdurlar üretmeyi acımasızca sürdürmektedir.
Son Olarak, İktidar Sahiplerine ve Ardındaki Derin Güçlere Seslenerek Şunları da İfade Etmek İstiyorum
Devletin parlamento, hükümet, TSK, Yargı, MİT ve Emniyet gibi, laiklikle hükmetme ya da laik sistem uğruna silah kullanma yetkisi olan kurumlarını ve bunlar üzerinden de devleti ele geçirmek hedefi olanlardan korkuyorsanız, siz de çok iyi biliyorsunuz ki, bunu yapmaya çalışanlar tevhidî davet grupları asla değildir. Çünkü bizler, bu tür görevlerde yer almayı akıdevî ilkelerimiz bakımından caiz görmemekteyiz. Yani bu laik sistemin o makamlarını bırakın ele geçirmeyi, siz üste başka imkânlar da sunarak ısrarla ikram etseniz bile kabul etmeyiz, rahat olun. Bu makamları ele geçirme hedefi olanlar, sizler gibi geleneksel ve modern hurafelerin sentezi, Hak-bâtıl karışımı bir din anlayışına sahip olan tasavvuf, tarikat kesimleri ve Fetullah benzeri geleneksel cemaatlerdir. O hâlde bu zaviyeden korkmanız gerekenler de; her birine “ne istedilerse vererek” bahsedilen kurumlarda kadrolaşmalarını sağladığınız, neredeyse her birine, liyakati değil partinize sadakati ve yandaşlığı esas alarak bir bakanlığı peşkeş çektiğiniz geleneksel cemaatler, yani kendi tabanınızı teşkil eden bu kesimlerdir. Üstelik bunlar da, ele geçirdikleri bakanlıklarda ve kurumlarda aynı yandaşlık duygusuyla kendilerine bağlı olmayanlara kapıları kapatarak oralara tamamen kendi adamlarını doldurmaktadırlar.
Bizim hedefimiz ise; Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen laik sistemde devleti ya da iktidarı ele geçirmek olmayıp, öncelikle Kur’an ve sünnet eksenli sahih İslam’ı ana kaynaktan doğru olarak öğrenmek, hür bir biçimde yaşamak ve toplumun Kur’anî ölçülerde Müslümanlaşması için çaba göstermektir. Bizler Nebevî yöntem gereği inanıyoruz ki, İslam, iktidar eksenli değil kulluk eksenli bir hayat tasavvuruna sahiptir. Bu yüzden öncelikli olan, esas olan ve bize düşen sorumluluk, toplumu vahiyle inşa edip Müslümanlaştırmak, yani özündekini tevhidî istikamette değiştirmesine vesile olmaktır. Sistem ve iktidar değişimi ise, ancak uzun soluklu bir çaba ile sağlanabilecek böyle bir sosyal değişimin sonucunda gerçekleşebilecek bir sonuç olarak Allah’ın takdir alanına girmektedir. Toplum neye layık olursa Rabbimiz onu takdir edeceğini vaat etmiştir. Bu Allah’ın değişmez toplumsal değişim yasasıdır. İşte bu sebeple bizim amacımız, vahyin kurtarıcı, karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı mesajını tebliğ, eğitim ve vahye şahidlik yoluyla yayarak kurtuluşa erenlerin ve cenneti hak edenlerin sayısını arttırmaya, bize zulmedenlerin bile hidayetine vesile olmaya çalışarak Allah’ın rızasını kazanmaktan ibarettir. Bu yüzden, bizlerden sadece şeytan ve onun evliyası olan insan şeytanları korkarlar ve ne pahasına olursa olsun engel olmaya çalışırlar. Çünkü onlar daha fazla insanı saptırmaya, laikleştirmeye, sekülerleştirmeye, dünyevileştirmeye ve kendileriyle birlikte cehenneme sürüklemeye çalışırken, bizler ise daha fazla insanın hidayetine yol açıp, vahiyle fıtratı buluşturarak imanlı, adil, merhametli ve ahlaklı Müslüman şahsiyeti inşa etmeye vesile olmak suretiyle daha fazla insanın cennete gitmesi için çırpınışı temsil etmekteyiz. Özetle sizler bize bunca zulmü yaptığınız hâlde, bizler size de tevhidî daveti ulaştırıp sizin de kurtuluşunuza ve cennete gitmenize vesile olmak için çırpınmaktayız. Ama siz bu hakikati anlayamaz, bu merhametli, adaletli ve ahlaklı örnekliği kavrayamazsınız.
Sonuç
Sonuç olarak ifade ediyorum ki, sadece bir kısmını, ancak haberdar olduklarımızı bu yazıda sıraladığımız mağduriyetlerin benzerlerini yaşayan daha çok sayıda grup ve binlerce mazlum Müslüman söz konusudur. Yaşanan tüm bu mağduriyetlere sahip çıkıp mazlumun yanında yer alarak zalime karşı itiraz etmenin, hak ve adaleti savunmanın, hem insani, hem imanî ve İslami hem de ahlakî sorumluluğumuz olduğu unutulmamalıdır. O hâlde ahiret ve hesap bilinciyle ayağa kalkmalı ve hiç değilse Rabbimize mazeret olarak sunabileceğiniz çabalar içinde olmalıyız. Ancak ne yazık ki, iki yıldır yaptığım açıklamalarda, konuşmalarda ve yazdığım makalelerde, sürekli biçimde, yaşanan büyük yozlaşmaya ve “Yeni 28 Şubat” zulmüne karşı ittifak oluşturma ve birlikte ortak bir iradeyle topluca itiraz etme çağrısı yapmış olmama rağmen, bugüne kadar hiçbir cevap alamamış bulunmaktayım.
Hâlbuki, özellikle tebliğ, davet, eğitim ve vahye şahidlik çabalarıyla toplumu vahiyle dönüştürme eksenli Nebevi yöntemi takip eden tüm İslami çalışma grupları olarak oluşturacağımız ortak irade ve güç birliğiyle, baskıcı Kemalist dönemde ve “Eski 28 Şubat” sürecinde verdiğimiz onurlu mücadeleyi, neo-Kemalist “Yeni 28 Şubat” döneminde de yapmaktan çekinmeyeceğimizi “yeni vesayet”çilere bir an önce göstermeliyiz. Aksi takdirde tek tek “sırasını bekleyen” bütün Müslümanların üzerine gidecekleri ve sonuçta çok geç kalınmış olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Rabbimiz, hem başta Mısır, Suriye, Filistin, Yemen olmak üzere bütün ümmet coğrafyasındaki küresel 28 Şubat’ın, hem de Türkiye’deki yerel “Yeni 28 Şubat”ın zulümlerine karşı sorumluluklarımızı yerine getirmeyi ve rızasını kazanmayı hepimize nasip etsin inşaAllah.