TC, kuruluşundan bugüne geçen seksen yıllık süreçte, halkını düşman gibi gören ve ona tepeden bakarak modernleşmeyi dayatan sistemiyle, haksızlık, adaletsizlik ve sömürüye dayalı bir egemenlik tesis etmiştir. Seksen yıllık ömrünün yarıdan fazlası, “darbe”ler, “sıkıyönetim”ler ve “olağanüstü hal”lerle geçmiş; halka yönelik ırkçı, ideolojik, ekonomik, sosyal ve siyasi zulümler onu canından bezdirmiştir. Bir darbe ile kurulup, yine darbelerle yaşatılmaya çalışılan bu sistemde, çok yönlü ve hayatın bütün alanlarını kuşatan haksızlık ve zulümlere rağmen, mazlum kitlelerin ciddi tepkiler göstermemiş olmaları ve tam tersine bütün bu zulümleri kanıksayıp, normal bir hal gibi kabullenip, on yıllarca bu zulümlere rıza göstererek edilgen bir hayat sürmeleri, üzerinde ciddiyetle durulması gereken önemli bir toplumsal soruna, bir sosyal hastalığa işaret etmektedir. İşte bu hastalıklı yapı hiçbir darbeye itiraz edip tavır koymadığı gibi 28 Şubat darbesine de karşı koymamış, ciddi bir tepki göstermemiştir. Dün Afganistan’daki Amerikan vahşetine sessiz kalmayı tercih ettiren, bugün de bütün dünyada çok büyük katılımlarla protesto edilen, Irak’a yönelik Amerikan emperyalist saldırısına karşı tepkilerin, Türkiye’de çok cılız katılımlarla ve daha ziyade entelektüel seviyede kalmasına sebep olan hep bu hastalıklı yapıdır. Bu yazıda, halkın işte bu edilgen konumuna, tepkisizliğine yol açan hastalığının tahlilini ve buna sebep olan bazı nedenleri maddeler halinde tespit etmeye çalışacağız.
1 – Öncelikle ifade edilmesi gereken unsur, uzun saltanat döneminde ve yanlış din anlayışları çerçevesinde oluşan edilgenleştirici geleneklerdir. Söz konusu dönemde ortaya çıkan, iktidar yanlısı “saray uleması” nın yönlendirmesi ve dinin bazı kavram ve ölçülerini, iktidar sahiplerinin menfaatine çarpıtması sonucu oluşan “zalim sultana itaat” kültürünün, kötü bir gelenek olarak “modern” dönemde de sürmesi ve bu sapmanın yeni sistem tarafından da sürekli beslenmesi, halkı edilgenleştiren, zalimlere itaate sevk eden sebeplerden birini teşkil etmiştir. Yine bu tahrif edilmiş din anlayışlarından kaynaklanan yanlış bir gelenek de, bazı hayırlı gelişmelerin kendiliğinden meydana geleceğine yönelik sahte iyimserlik anlayışı ve ertelemeci yaklaşımdır. Bu anlayış da halkların mücadele azmini köreltmiş, pasif ve edilgen tutumu beslemiştir. Direniş ruhunu ve hak arama eğilimlerini yok eden bir başka saptırılmış gelenek de, tahrif edilmiş “sabır” ve “tevekkül” anlayışı ile her ne olursa olsun başa gelenin, yazılmış, düzeltilmesi mümkün olmayan ve rıza gösterilmesi, katlanılması gereken bir kader olduğunu ve zulme rıza göstermeyi telkin eden yanlış kader anlayışından kaynaklanmıştır.
2- Söz konusu gelenekten de beslenen “devlet-i ebed müddet” anlayışı ile devleti baba kabul eden ataerkil geleneksel yaklaşımın yanında, giderek devleti ilahlaştıran, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında devleti belirleyici kılan, bireyin ve cemaatin hak ve özgürlüklerini “İlah devlet” (ulus devlet)e kurban eden ve bu sapkın baskıcı hali normal karşılayıp kanıksayan “modern” düşüncenin ürettiği modern sapmalar da, halkı teslimiyetçiliğe ve tepkisizliğe sevk eden bir başka önemli unsuru teşkil etmiştir.
3- Halkın siyasi katılımına kapıları sıkı sıkıya kapatmış saltanat sisteminin sona erdirilmeyip, modern dönemde de sürdürülmesi, halkı edilgen kılan bir başka unsur olmuştur. “Cumhuriyet” sistemi, TC kuruldu kurulalı sınırlardan içeriye hiç girmemiş, “modern” ve çağdaş” sultanlar saltanatı devralıp sürdürmüşlerdir. Kurulan sistem halk iradesine dayalı bir sistem hiç olmamış, silahlı bürokratın vesayeti altında, despot aristokratların baskıcı yönetimi “cumhuriyet” ve “demokrasi” olarak yutturulmaya çalışılmıştır. Halkı dışlayan, aşağılayan, halkın iradesini basit görüp ciddiye almayan, halkı kendisinin hayrına olanı bilmekten aciz görüp “halka rağmen halk adına harekete” kendini yetkili gören seçkinci anlayış, halkın nasıl bir dine ve ne kadar inanacağını, nasıl, neyi ve ne kadar düşüneceğini, neye ve ne kadar tavır koyabileceğini, her konuda neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini ve hatta halkın nasıl bir kıyafet giyebileceğini bile belirlemeye kalkışmış, halka körü körüne itaati layık görmüştür. İtaat etmeme potansiyeli taşıdığına inandığı kesimleri ise düşman ilan ederek, “toplum mühendisliği” ve “sopa” politikaları ile hizaya sokmaya, halkı, seçkinlerin dayatmalarına uyması için terbiye etmeye çalışmıştır. İşte bütün bu politikalar halkın edilgen duruşunu pekiştiren bir rol oymamıştır.
4- Yeni rejimin kuruluşundan önce yaşanan “kurtarmayan savaş”ın abartılı propagandası ile kahramanlaştırılıp, hatta ilahlaştırılan silahlı bürokratların elindeki güç ve imkanlar hiçbir kesimde mevcut değildi. Silaha da sahip örgütlü tek güç orduydu. Örgütlü ve silahlı tek güç olan orduya egemen ve abartılı propaganda ile karizmatik bir konuma da getirilen bu silahlı bürokratlar, üstelik pozitivist ve “İslam karşıtı” tercihleriyle de, emperyalist batı ülkelerinin tam desteğine sahiptiler. Bu sebeplerle örgütsüz, sahipsiz, desteksiz ve eğitimsiz halka tahakkümü kolayca sağlayabilmişlerdir. Bundan sonra da halkın özgürce örgütlenmesine fırsat vermeyerek, onu sürekli denetim altında tutmaya çalışmışlar, güdümlü bazı siyasi örgütlenmeler dahi, halkın sisteme tepki anlamındaki büyük teveccühüne mazhar olunca, acımasız bir şiddet kullanımına vesile kılınıp kapatılmışlardır. Sistem şiddeti sürekli ve sistemli olarak kullanarak, halk üzerinde tam bir terör estirmiş, İstiklal mahkemelerinde yapılan yargısız infazlarla katledilen masumların sayısı, “kurtarmayan savaş”ta ölenlerin sayısının birkaç mislini geçmiştir. Bütün bu zulümler halkı korkutmuş ve sindirmiştir. Bu o kadar büyük boyutlarda bir sinmeye yol açmıştır ki, bir türlü aşılamamaktadır.
5- Yanlış din anlayışlarının, saltanat kültürünün ve Türk devlet geleneğinde devlete biçilen ataerkil konumun tesiriyle zaten oluşmamış bulunan “muhalefet” bilincini, yazı ve konuşmaları ile tahrik ederek, uyararak ve uyandırarak oluşturması gereken “aydınların” konumu da bir başka olumsuzluğu teşkil etmiştir. Bu modern dönem “aydınlarının çoğunlukla, egemen oligarşinin attığı kemiklerle oyalanıp, devletin sağladığı imkanlar uğruna, halka ve halkın değerlerine karşı “ilah-ulus devletin” yanında saf tutması da, var olan edilgenliği artırıcı ve muhalif olma bilincinin oluşmasını engelleyici bir rol oynamıştır. Aydınların büyük çoğunluğu devlet yanlısı olarak bu olumsuz rolü oynarken, geri kalan az sayıda muhalif aydın da, düşünce suçlusu konumunda, baskı ve ceza tehdidi altında fonksiyonunu ifa etmekten alıkonulmaktadır.
6 – Dayatılan ve kabulünü sağlamak için uğrunda nice masum insanların canlarına kıyılan “ilke ve inkılaplar”ın gölgesinde kalan “eğitim” sisteminde, halkın kimlik, şahsiyet ve kültürünü Batı kültürü çerçevesinde yeniden oluşturmak amacıyla dayatılan resmi ideoloji, modern kültürle yoğrulmuş, özgün İslami kimliğinden ve bu kimliğini, kültürünü oluşturan değer ve kaynaklarından koparılmış, köksüz, geçmişi olmayan, seküler kültüre yaslanan tek tip insan üretmeyi ve farklılıkları yok etmeyi hedef almıştır. Sonuçta bu zulmün tesiri ve baskı-şiddet politikaları uygulaması ile insanlarımız, kimliksiz, şahsiyetsiz, korkak, iki yüzlü, çıkarcı ve bencil bir ruh yapısına sahip niteliksiz yığınlar haline dönüştürülmüştür. İslami ve insani değerleri önceleyen İslami ümmetçiliğin yerini, ulusalcı egoizmin çıkarcı kirliliği almış, ulusal menfaatler uğruna başkalarının hak ve özgürlüklerine tasallut etmenin, başkalarına ıstırap vermenin meşruiyetine inanan sapmalara sürüklenilmiştir. Bu, kendi “ulus”unu, İslami ve insani değerlerin üzerine çıkartan, abartılı ve haksız bir şekilde yücelten, kutsallaştıran ulusçuluğun sağladığı kirlenme ve körlük kullanılarak, ulusçu tahriklerle gündem her zaman kolayca saptırılmış, egemen zalimlerin zulüm ve sömürülerine yönelik dikkatlerin başka yönlere yönlendirilmesi bu ulusçu tahriklerle kolayca sağlanmıştır. Yönlendirmeye fırsat veren bu ulusçu kirlilik, egemenlerin bunu kullanarak kolay manipüle etmesine açık bir toplum oluşturmuş, muhalefet bilincinin, sorgulama ve itiraz duyarlılığının yerini kör itaatin almasına yol açmıştır. Fıtratı kirletici, köleleştirici eğitim sisteminde, devleti ve orduyu kutsallaştırıcı empozelerle, ulusal şiarlar ve resmi ideoloji ilkeleri çerçevesindeki beyin yıkama seanslarıyla, bu kutsallara körü körüne itaatin ve yaptıkları haksızlık ve zulümlerin bile mazur ve meşru görülmesinin alt yapısı hazırlanmaktadır. Bu sebeple itiraz edip, sorgulayabilenler, sadece bu sistemin yanlış mamulleri olarak nitelenebilecek bir azınlıktan ibaret olmaktadır.
7 – İslam medeniyet alanından çıkarak, seküler Batı medeniyeti sahasına transfer olmayı hedef alan köklü medeniyet değiştirme projesini, şiddete dayalı politikalarla uygulamaya koyan batıcı, emperyalizmin işbirlikçisi kadrolar, bir yandan tek tip insanı esas alan tekelci eğitimle, özgün kimlik, kültür ve ahlaki değerleri yok ederek, diğer yandan da bunun yerine, taklit ettikleri ithal seküler değerler sistemini bile daha da bozarak ikame etmek suretiyle, iki değerler sisteminin de dışında, ikisi de olamayan bir ucube şahsiyetin, maddeci, çıkarcı, egoist ve birbirinin kurdu olan kişiliksiz, niteliksiz, Batı’nın da benimsediği insani erdem ve değerlerden bile yoksun bir insan tipinin ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Üstelik bu insan tipi, saptırıcı ata sözleri eşliğinde, birbirinin hakkında gözü olan, kendisinden başkasını düşünmeyen, korkak ve iki yüzlü olmaya yönlendirilmiştir. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek gerekir”, “ite dalanmaktansa, çalıyı dolanmak yeğdir” anlayışını, “yiğitliğin onda dokuzunu kaçmak” saymayı, ” bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” demeyi öğütleyen ata sözlerinin yönlendirdiği, ideolojik ve dayatmacı bir eğitim sürecinden, insani erdem ve değerler için, hak, özgürlük ve adalet için fedakarlık yapacak, onuru ve kimliği uğruna bedel ödeme cesaretini gösterecek, onurlu, erdemli, şahsiyetli insanlar yetişmesini beklemek, tabi ki anlamsız ve sonuçsuz bir bekleyiş olmaktan öte gidemeyecektir. Sonuç olarak ülkemiz insanları, Batı’yı taklit ederken, Ortaçağ Avrupası’nı taklide sürüklenmiş sistemin dayatmaları sonucunda, çağdaş Batı’nın insan hakları anlayışının bile çok gerisinde, engizisyon zulümlerini andıran zulümleri kendi halkına yapan devleti kutsal sayan ve üstelik yapılan bu zulümleri kanıksayan, insan haklan söylem ve mücadelesine de yabancı bir bağnazlığa saplanmıştır. Bu durum, halkın sağlıklı değerlendirme yapmaktan bile aciz bir bilinç bulanıklığıyla, kendine yapılan zulümleri ve egemen zalimleri bile doğru değerlendirmekten uzak, düşünme ve idrak kabiliyeti köreltilmiş konumlara sürüklenmesine yol açmıştır. Sonuçta, başörtüsü zulmü gibi yaygın zulümler ile ceza evinde ikinci ceza anlamı taşıyan “F tipi” işkencesine karşı çıkanlardan yüz kişiyi aşan sayıda gencin ölümü bile bu halktaki hak, adalet ve özgürlük duygularını harekete geçirmeye yetmemiştir.
8 – Eğitim sisteminde baskı, korkutma ve beyin yıkama ile resmi ideolojiye göre yönlendirilen insanlar, bir de, çoğunluğu hortumlarıyla bağlı oldukları devletin yanında yer alarak, sistemin zulüm, sömürü ve vurgunlarını fark etmemesi için halkı oyalamak ve aldatmak işlevini üstlenmiş medya tarafından da sürekli provoke edilmekte, devletin dayatmacı politikalarına göre yönlendirilmektedir. Sisteme, zulüm ve sömürülerine muhalif kesimlerin söylem ve eylemleri, ihbarcı ve hedef gösterici tarzda haberleştirilerek, halk sindirilmeye, korkutulmaya çalışılmakta ve bu tür muhalif kesimlere uzak durmaya yönlendirilmektedir. Hele muhalefet Müslümanlardan geldiğinde aynı medya daha acımasız, daha ajite edici ve daha saldırgan bir üslup kullanarak, toplumu terörize etmekte, egemen zalimlerin tetikçiliğini üstlenmekte ve hatta normal şartlarda savunduğunu iddia ettiği insan hakları ve demokrasi gibi düşüncelerinden de hemen vazgeçmekte, acıkınca putunu yiyen müşrikler gibi davranmaktadır. Bu durum ister istemez halkı yıldırmakta, muhalif olmanın ödeteceği bedeller gözünü korkutmakta, tepkisiz kalmayı, beladan, riskten uzak durmak anlamında tercih etmektedir.
Medya, insani değerlerin savunuculuğunu yapması, halkın sorunlarına ve ıstıraplarına dikkat çekme misyonunu üstlenmesi, doğru bilgi ve haber yayını ile halkı bilinçlendirme görevini ifa etmesi gerekirken, tam tersine egemen zalimlerin emrine girip, halkı aldatmak, sömürü ve zulümleri ört bas etmek amacıyla, aldatıcı yalan yayınlar yapmaktadır. Halkı bilinçsiz, güdülen sürüler halinde tutmaya yönelik cahilleştirme operasyonlarında tetikçilik rolü oynaması anlamına gelen yayınlara ağırlık vermektedir. Az satan az sayıda medya ise, muhalif konumda olmalarına rağmen, sadece kendi yazar ve yandaşlarının katıldıkları etkinlikleri haberleştirerek bencil bir konumu tercih etmekte, medyası olmayan diğer muhalif kesimlerin düşünce, mücadele ve etkinliklerini yeterli oranda duyurmaktan imtina ederek, amacı bu olmasa da sonuçta, egemen sistemin hoşuna giden bu tutumuyla, halkın muhalif bir bilinç kazanmasını, yaygın bir muhalefetin oluşmasını ve muhalefetin güç birliği yapmasını engelleyici bir rol üstlenmektedir.
9 – Halkın nasıl bir dine ve ne kadar inanması gerektiği bile laik devlet tarafından belirlenip, üstelik dini ve dindarı kontrol ve denetim altında tutmak ve laik devlete itaatkar kılmayı temin etmek üzere, laik devlete bağımlı laik kuruluşlar olarak Diyanet Teşkilatı ve ilahiyat fakülteleri kurulmuştur. Ve bu kurumlar aracılığı ile halkın laik devletin istediği gibi bir dine, yani Marx’ın ifade ettiği üzere mazlum kitleleri uyutmak üzere “afyon” işlevini görecek bir resmi dine bağlanmaları sağlanmıştır. Bu resmi din çerçevesinde ve bu laik kurumlarda, kafalar karıştırılmış, laik devletin zulüm politikalarını meşrulaştırma çabalarıyla halkın muhalefeti din kullanılarak engellenmeye, dinin “ulul-emre itaat” ilkesi saptırılarak, zalim, fasık, şirk yönetimlerine itaat, “Allah’la aldatarak” temin edilmeye çalışılmıştır. Halkın kendisine ve dinine savaş açmış olanlara “Allah zeval vermesin” diye dua etmesine yol açan bilinç bulanıklığı sağlanmıştır. Böylece, bir yandan Kur’an merkezli Rasulün (s) örneklediği dinin, her türlü zulme, sömürüye ve adaletsizliğe karşı, adaleti ikame etme mücadelesini öneren uyarıcı, zalimlere ve sömürüye karşı harekete geçirici muhteşem ilkelerinin, halkın zihnine yerleşmesi engellenmiş, diğer yandan da, resmi dinin, halktaki direniş ve adalet arayışı eğilimlerini iğdiş edici, zulme rıza ile zalime itaati telkin eden zelil kılıcı tavrının, Allah’ın dini adına halka yutturulması sağlanmıştır. Üstelik Allah’ın dininin temel esaslarına bağlı kalarak bu saptırmaya ve zalimlere karşı, hak, özgürlük, adalet ve tevhid mücadelesi veren gerçek Müslümanlar ise, terörist muamelesi yapılarak hem yok edilmeye, hem de halka gerçek İslam’ın mesajını ulaştırarak, halkı, özgürlük ve adalet mücadelesinin muhalif saflarına katmaları engellenmeye çalışılmıştır.
10- Gerçek kimliği zorbalıkla ve dayatmalarla yok edilmiş halklar, uyduruk, sapkın suni kimliklerle oyalanmaya ve toplum mühendislerince bu tür kimliklerin çevresinde sistemle uyumlu olmaya yönlendirilmektedir. (Bu amaçla futbol takımları, şehir kulüpleri, hayvansever dernekler, mesleki dayanışmayı esas alan kuruluşlar vb ideolojiden arındırılmış ya da resmi ideolojiye tahsis edilmiş ortamlar kullanılmaktadır).
11- Türkiye insanı, evde, okulda, askerde, çıraklıkta her yerde dayak yiyerek yetişmekte; daha sonra da hak, özgürlük ve ekmek isteyip, zulme, sömürüye karşı çıkmak amacıyla harekete geçtiği her yerde, sistemin polis ve askerinden dayak yemeye devam etmektedir. İşte bu, yaygın şiddet kullanımı da, insanların kişiliklerini etkilemekte, onurlarını kırmakta ve böylece ya insani fıtri değerlerini kaybederek şahsiyetsizleşmelerine, ya da korkup yılarak, suskun, sinmiş bir ruh haliyle geri çekilmelerine yol açmaktadır.
12– Modern ulus-devlet, bireyi yalnızlaştırıp, tam anlamıyla kuşatmış, örgütlü toplumu tehlike olarak gördüğünden engellemiş, halkı tam anlamıyla sindirmiştir. “Demokratik kitle örgütü” ya da “sivil toplum örgütü” olarak nitelenenlerin çoğunluğu ise, “yarı resmi örgütler” hüviyetinde olup, devletin zulüm politikalarını alkışlama zilleti sergilemektedirler. Bu tür örgütler “muhalif” olmaktan çok uzakta olup, statükonun militanlığım yapmaktadırlar. Sendikalar da çoğunlukla devlet yanlısı ya da patronun işbirlikçisi “sarı sendika” konumundadırlar. “Sivil toplum kuruluşu” hüviyetini gerçekten taşıyan az sayıda muhalif kuruluş ise sistemin sürekli baskısı altında, ciddi ve yaygın bir tabana dayalı örgütlenmelere gidememekte, sürekli kapatılma tehdidi altında, ancak sınırlı faaliyetlerde bulunabilmektedirler.
13 – Siyasi partiler ise, başından beri hep “devlet partisi” olmak zorunda bırakılmışlardır. Özellikle CHP’nin tek parti dönemindeki Kemalizm ilkeleri anayasa hükmü haline dönüştürüldükten sonra çok partili döneme geçildiği için, bütün partiler CHP ilkelerini kabul etmek ve bu sınırlar İçinde kalmak zorunda bırakılmışlardır. Bu sebeple “çok partili dönem” aslında “çok CHP’li dönem” olmaktan öte bir anlam kazanamamıştır. Halk, güdümlü ve icazetli de olsalar, alternatif arayışlarla kısmen muhalif olduğuna inandığı partilere büyük teveccüh göstererek, tepkisini ancak bu şekilde izhar edebilmiş, ancak bunlar da sonuçta resmi ideolojiye bağımlı devlet partileri olduklarından bu tepkiler bile yine sisteme yarayan sonuçlar vermekten öteye gidememiştir. Hangi parti iktidar olursa olsun aynı ilkeler çerçevesinde hareket etmek, aynı kırmızı kitaba ve aynı silahlı bürokrasinin denetimine tabi olmak zorunda bırakılmıştır. Bu sebeple sisteme ve zulümlerine muhalefet edip, sistem değişikliğine gidip halkın arzu ve isteklerini esas alarak, halk iradesine dayalı bir iktidar oluşturmak imkanına hiç bir parti sahip bulunmamaktadır. Bu durumu bilen ve gözleyen halk ise daha umutsuz ve edilgen bir konuma sürüklenmekten kurtulamamaktadır. Sistem içinde havuç politikalarını temsil eden partilerin iktidarlarında ise, sopa politikası dönemlerinde gasp edilen bazı haklan kısmen iade edilerek, halkın bu parti üzerinden tekrar sisteme eklemlenmesi temin edilmekte ve sistem bu süreçlerde bile kendisini yeniden tahkim etme imkanını elde etmektedir. Sonuçta ezilen geniş kitleler ezilmeye devam ederken, egemen oligarşi hakimiyetini ve sömürüsünü sürdürmektedir.
Ayrıca sistemin hışmına maruz partiler bile, kapatılma korkusu ile, muhatap oldukları haksızlıklara, hukuksuzluklara, keyfiliklere ve zulümlere ciddi bir iirazda bulunmayıp normal karşıladıkları gibi, taraftarlarını da sistemi kızdıracak tepkilerden alıkoyan ikaz ve uyarılar yaparak onların daha da pasifize olmalarına yol açmaktadırlar.
14- Egemen bürokrat politikacı patron” şeytan üçgeninde ülkenin ekonomik kaynaklarını, yetim haklarını talan ederek semiren büyük sermayenin ve işbirlikçilerinin soygunları, adaletsizlikleri sonucunda, geniş kitleler giderek daha çok fakirleşip, sefalete mahkum hale düşürülmüşlerdir. Bu fakirlik ve sefaletin içindeki halkın çocukları, azgın azınlık “beyaz Türk”lerin çocuklarıyla mukayese edilemeyecek derecede geri kalmakta, eşit eğitim imkanlarından da mahrum bulunmaktadırlar. Sonuçta halkın eğitimsiz çocukları bu azınlığın ırgatları olmaktan kurtulamamakta, bu durum da halkın eğitim ve kültür seviyesinin yükselmesini engelleyerek bilinçlenmesini önlemekte, böylece halkın edilgenliğinin devamına yol açmaktadır.
15- Askeri bürokrasinin “brifinglemesine” açık, “bağımsız olmadığı” sürekli kendilerince de vurgulanan yargı sistemindeki siyasallaşma ve keyfiliğin zirveye tırmanmasıyla oluşan tam bir “yargıçlar hakimiyeti” yaşanmakta, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin yerini “üstünlerin güçlülerin hukuku” almış bulunmaktadır. Böylesine bir yargı zemininde verilen ideolojik kararlarla pek çok muhalif aydın ve Müslüman, haksız ve ağır cezalara çarptırılmış bulunmaktadırlar. Bu tür cezalar, genelde temsili ceza hüviyeti taşımakta, birilerine verilen bu cezalarla geniş kesimlerin gözü korkutulmak istenmekte ve bunda başarılı da olunmaktadır. (Sivas davasında verilen idamlar, Malatya’da Başörtüsü eylemine katılanlara istenen idamlar, Tiyatro oyunu sebebiyle verilen ağır cezalar, Sincan’daki son derece masum bir etkinlik sebebiyle yağdırılan cezalar vb. hep halkın muhalefet azmini yok eden korkutucu, sindirici sonuçlara yol açmışlardır).
16- İnönü’nün, Mudanya Mütarekesi sonrasında yanındakilere, “Unutmayın millet de düşmanınızdır” sözü, halkın ve milletin egemenliği iddialarında ne kadar samimiyetsiz olduklarının açıkça ifadesidir. Tepeden inmeci yöntemlerle ve terörle, halka kimlik ve kültürünü kaybettiren modernleştirme, medeniyet değiştirme projelerinin dayatılması, doğal olarak, batıcı elitlerin halkı düşman saymasına ve sürekli özüne dönüş tehdidi altında teyakkuzda bulunmasına yol açıyordu. İşte bu sebeple ortaya çıkan, halkın bazı kesimlerini “birinci öncelikli düşman” ilan eden “Milli Siyaset Belgesi” ya da “Kırmızı Kitap” nevinden, herkesin itaate mecbur bırakıldığı “kutsallaştırılmış metinler” ve geniş halk kesimlerine yönelik “topyekün savaş”tan ve gerekirse halkın silahını halka kullanmaktan çekinmeyeceklerine dair “darbeci” söylemler ve bunların cüretkarca güdümlü medya tarafından manşetlere taşınması da, halkı pasif, korkak ve edilgen bir konuma itmede önemli rol oynamaktadır.
17- Egemen sistem, halk kesimlerini birbirine düşürerek ve bir kısmını diğer kısmına karşı destekleyerek, böl-yönet fitnesiyle de muhalefetin oluşmasını ya da güçlenmesini engellemeye, bir kısmını diğeri ile savarak, “iti ite kırdırma” politikasıyla kendisini tahkim edip ayakta tutmaya çalışmıştır.
18- Halkın geniş kesimlerini içine alan geleneksel İslami kesim önderlerinin, kör taklit, meyyit gibi teslimiyet ve mutlak itaatle teslim aldıkları kitlelere, yaşanan zulümleri kader olarak kabul edip rıza göstermeyi, teslimiyetçiliği telkin eden, ertelemeci ve kendiliğindenci yaklaşımlarla Allah’a havale etmeyi öneren yaklaşımları da, halkın edilgenliğinde önemli bir role sahiptir. Üstelik bu kesimlerde, taraftarları sömürerek oluşturulan büyük maddi birikimlere dayalı saltanatların ellerinden çıkmaması için de, egemen sistemle uzlaşmayı tercih eden anlayışlar öne çıkmış bulunmaktadır. Egemen zalimlerin önde gelen kişi ve kurumları ile işbirliği içine giren geleneksel grup ve tarikat önderleri, hem de adaleti esas alan Allah’ın dini adına adaletsizliğe ve zalimlere yardakçılık yapmaktan utanmamakta, egemen sistemin politikalarını meşrulaştıran söylemlerle halkı afyonlayıp uyutmaktadırlar Ayrıca bu kesimlerden de kaynaklanarak, halkta yer eden ve halkı tepkisizliğe yönelten bir başka unsur da, yabancı kafir ve zalimlere gösterilen tepkinin kendi içinden çıkanlara gösterilmemesi sonucunu doğuran, “benim zalimim ve kafirim iyidir” mantığıdır.
19- Tevhidi bilince ulaşmış İslami kesimler ise, çoğunlukla bireysel ya da küçük, cılız gruplar halinde dağınık durmanın yol açtığı güçsüzlüğün de beslediği çok boyutlu zaaflarla mâlül bulunmaktadırlar. Komünizmin, kapitalizmin ve tüm beşeri ideoloji ve sistemlerin tükendiği, tarihin İslam’ı alternatif olmaya zorladığı, İslami alternatifin yok edilmesi için küresel küfür tarafından İslam aleminin küresel kuşatmaya alındığı, küresel korsanlığın saldırılarına maruz kaldığı bir dönemde, hala bu zaaflarımızı aşmaya yönelik ciddi çabaları gündeme getirmiyor oluşumuz affedilir gibi değildir. Halkımıza yönelik ciddi, kuşatıcı ve dönüştürücü eğitim ve davet projelerinin güç birliği ile uygulamaya konulamamış olması, gerçekten mazur görülebilecek boyutları aşan bir vehamete yol açmaktadır. Kimliği kaybettirilmiş, şahsiyetini ve fıtratını bozucu süreçlerden geçirilmiş, gördüğü zulümleri bile kanıksayarak, doğal bir hal gibi yaşamaya alışmış, köleleştirilmiş bir toplumun, öz kimliğine, vahye dayalı evrensel değerlerine döndürülmesini, şahsiyetini, tasavvurlarını, aklını ve imanını vahiyle yeniden inşa etmesini sağlayacak projelerin öncelikle ve büyük fedakarlıklar, bedeller pahasına da olsa ısrarla gündeme getirilmesi gerekmiyor mu? Halkın mazlumiyetini idrak ederek, zalimlere karşı İtiraz eden, sorgulayan, hak ve özgürlüklerini talep eden, onurlu ve muhalif bir kimliğe kavuşması için, uyarıcı, uyandırıcı ve bilinçlendirici ilişki ve çabaların daha fazla öne çıkarılması gerekmiyor mu? Halktan kopuk, dar ve kapalı çalışmaları aşarak, halkı kucaklayan, halkla iç içe olmayı sağlayan projeleri uygulamaya koymadan ciddi bir tabana sahip olunamayacağı açık değil mi? Davetle, eğitimle kuşatmadığımız, sık sık ziyaret etmediğimiz, sorunları ile ilgilenmediğimiz, derdiyle dertlenmediğimiz halka, sadece senede birkaç defa eylem çağrısı yaparak, hemen onları muhalefet saflarımızda görmek arzusu, acaba ne kadar tutarlıdır? Üstelik halkı bitiren, edilgen kılıp, sinmesine yol açan bunca menfi unsur varken, tüm bunların oluşturduğu olumsuz gidişatı tersine çevirecek, halkı öz değer ve kimliğine yeniden döndürecek ciddi projeler üretip uygulamadan, bu halktan muhalif bir tutum beklemek haklı olur mu? Kendimizi, duruşumuzu, yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı, Allah rızası için vahyin belirleyiciliğinde ve Rasulün örnekliğinde tekrar ve süratle gözden geçirip sorgulamalı, zaaflarımızı aşma erdemliliğini ve dirayetini göstermeliyiz.
Şunu da sorgulamalıyız ki; acaba biz, konjonktüre cevap yetiştirmek ve sürekli tepki üretmek peşinde koşarken, başkalarının oluşturduğu konjonktürel gündemlere takılı kalıp, esas yapmamız gerekeni, stratejik hedeflerimize yönelik kalıcı ve süreklilik arz etmesi gereken projelerimizi ihmal mi ediyoruz? Tabii ki, konjonktürel durum ve gelişmelere de cevap üretmeli ve tabii ki, dışımızda oluşturulan gündemlere de gerekli müdahaleleri yapmalıyız, tepki göstermemiz gereken gelişmelere de, ilkelerimizle mutabakatı kaybetmeden özgün tepkimizi göstermeliyiz. Ancak, esas ve süreklilik arz etmesi gereken kulluk görevimizin ve stratejik hedeflerimize yönelik çabalarımızın en küçük ihmaline bile fırsat vermemek kaydıyla. Davet ve eğitimle halkımızı kuşatarak, vahyin şahidliğini yaparak, halkla kaynaşmak suretiyle vahyi sosyalleştirme gayreti göstererek, halkımızın kaybettirilmiş kimliğini ve değerlerini tekrar kazanmasına yönelik çabalarımızı sürekli, istikrarlı ve kurumlaşmış kolektif irade ile sürdürerek bu zaaflarımızı aşabiliriz. Ve ancak o zaman, üzerimize düşeni yapmış olmanın huzuru içinde, hala davete, tevhidi ve özgürlükçü değişime direnen, zulme ve zalime karşı tepkisiz ve edilgen duruşunu sürdüren halkı eleştirebiliriz.