Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Bu Kadarına Yabancı İşgal Orduları Cesaret Edebilir miydi?

Bu Kadarına Yabancı İşgal Orduları Cesaret Edebilir miydi?

Camileri bombalamayı, Müslüman halka İsrail’in Filistinlilere yaptığı gibi sert ve şiddetli saldırılar düzenlemeyi, kendi uçağını düşürmeyi planlayan son darbe planının ifşa olduğu gün Anayasa Mahkemesi darbeci muvazzaf askerlere sivil yargı yolunu tekrar kapatan yeni bir siyasi kararın altına imza atarak, hukuk değil de asker yanlısı olduğunu bir daha belgelemekten çekinmedi. Geliniz TSK’nın ve brifingli yargının halini bir daha gözden geçirelim.

Neden TSK’da Bu Kadar Yoğun Bir Cinnet Hali Yaşanıyor?

Ve Neden Hesap Sorulmuyor?

Daha yeni ortaya çıkarılan belgelere göre “Balyoz” isimli bir darbe planı daha ifşa edildi. Bugüne kadar, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri, 27 Nisan benzeri sayısız muhtıralar, anayasa ve yasalarını da çiğneyerek gerçekleştirdikleri siyasete müdahaleler yapıldı. “Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz,, Eldiven, Kafes” ve en son ifşa olan “Balyoz” cunta faaliyetleri darbe planları, bunlara ilaveten, Susurluk, Yüksekova, JİTEM, Şemdinli, Atabeyler, Sauna, Ergenekon vb ve daha bilinmeyenleriyle onlarca çete üretildi. Bütün bunlarda rol alan yüzlerce darbeci, cuntacı, çeteci yönetici ve üyeleri hep TSK içinden çıktı. Bunların binlerce faili meçhul cinayet ve halka yönelik onlarca kitlesel katliam işledikleri, insanları diri diri asit kuyularına attıkları, alçakça işkenceler yaptıkları iddianamelerde yer aldı. Siyaset başta olmak üzere, askerlikten başka her şeyle ilgilenip, askeri alanları ve askeri araçları lüks yaşantıları için kullanırken, golf sahalarında oyalanırken, esas görevlerini yapmak, zorla askere aldıkları halkın çocuklarını korumak hususunda acze düşen kimi TSK generalleri, darbe planlarıyla, halka yönelik provokasyon, psikolojik harp çabalarıyla bizzat kendileri güvenliğinden sorumlu oldukları halkın güvenliğini tehdit eder hale gelmişlerdir.

Buna rağmen, TSK’nın bunları kınayan, yargılayan, mahkûm edip dışlayan ve hiç değilse YAŞ kararıyla ordudan atmaya dair tek bir icraatı olmadı. Tam tersine bu tür darbe ve çete faaliyetleri sebebiyle terör örgütü yöneticisi olmakla suçlanıp yargılanan müntesiplerini TSK adına bir orgeneralin ziyaret etmesinin sağlanması, yargıyı bu darbeciler, çeteler lehine yönlendirecek açıklamaların yapılması, bir yandan da namaz kılan, eşi başörtülü, şeriata uygun hayatı olan subayları ordudan atmanın ısrarla sürdürülmesi, ordunun darbe ve cuntacı odağı haline geldiğinin açık delilleri değil midir?

Üstelik TSK üst yönetimi tarafından görmezden gelinen pek çok darbe ve çete planları ifşa oldukça, “Kafes”, “Balyoz”, “AKP ve Güleni Bitirme Planı” vb cunta ve çete faaliyetleri ortaya çıktıkça, Dağlıca’da, Aktütün’de, Bingöl’de, Reşadiye’de çetelerin de iştirak ettiği iddia edilen karanlık ilişkilerle askerler öldürüldükçe, ülkenin her yanında topraktan, denizden, nehirlerden silahlar fışkırdıkça, TSK’nın üst yönetiminden yapılan açıklamalarda çoğunlukla yalan söylendi. Olayların gerçeği gizlendi, karakollara saldırılarla ilgili istihbarat alınamadığı, silahların TSK’ya ait olmadığı, lav silahlarının “boru”, ıslak imzalı darbeye hazırlık planının ise “kâğıt parçası” olduğu söylendi. Ve bu konuların gerçek bilgi ve belgeleri ortaya çıkıp, yalanları ifşa olunca da, sorumluların, suçluların üzerine gitmek yerine “kim sızdırdı” sorusuna cevap arandı. Çete ve terör örgütü üyesi olma iddiasıyla yargılanan TSK mensupları hep en tepeden korundu. Bu tür subaylar hem görevde tutulmaya devam edildi, hatta terfi bile ettirilenler oldu. Çete suçundan yargılanan bu tür görevlilere koruma bile tahsis edildi. Olayı sorgulayan medya ve halka karşı ise, en tepeden parmak sallayıp bağırarak savaş gemileri üzerinden gözdağı verilmeye çalışıldı.

Kafes ve Balyoz misali cunta planlarıyla, kendi halkının çocuklarını bir müzede toplayıp bomba patlatarak topluca katletmeyi, kendi askerlerini katletmeyi, kendi uçağını düşürmeyi ve kimi büyük camilerde bomba patlatarak katliam yapmayı ve böylece kaos çıkararak darbeye zemin hazırlamayı, darbe sonrasında yüz binlerce insanı tutuklayıp toplama kamplarına kapatmayı planlayacak ve darbecilerin en sadık stratejik ortakları “İsrail’in Filistin halkına yaptığı gibi şiddet kullanılarak, Müslüman halka karşı kesin, süratli ve sert tedbirler alınması” çağrısı yapacak kadar gözü dönmüş katiller, terörist ruhlu faşistler neden hep TSK içinden bu kadar yoğun olarak çıkıyorlar? Ve bu tür psikopatlar nasıl oluyor da general rütbelerine, ordu komutanlıklarına kadar kolayca yükselebiliyorlar? Başbakan ve bakanlara suikast planları yakalanıyor kimi “özel harpçi” subaylarda, evlerinde TSK’ya ait silahlar, bombalar yakalanıyor. Halka yönelik katliamlarla iç çatışmaların planlandığı iddianamelerde belgeleriyle yer alıyor. Bu karanlık ilişkilere dair bilgi ve belgeler ortalığa saçıldıkça, bu tür ilişkilere bulaştıkları iddia edilen kimi subaylar ardı ardına intihar mı suikast mı tartışmalarına yol açan ölümlerle tek tek ortadan kaldırılıyorlar. Bu büyük cinnetin sebebi ne?

Yerli Halka Bütün Bunları Yapmaya Yabancı İşgal Kuvvetleri Cesaret Edebilir miydi?

Montesque’nün “az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadırlar” tespitini bir daha hatırlayarak ifade etmek istiyorum ki, inanınız bir işgal ordusunun mensupları bile, en azından halkın tahrik olup ayaklanmasından korkarak, bu kadar cüretkâr, bu kadar canice davranmaktan çekinirdi. Bu nasıl bir zihniyettir? Bu nasıl bir vicdandır? Bu nasıl bir ahlaktır? Bu nasıl bir insan türüdür? Bu insanları bu hale getiren, bu kadar insanlıktan çıkaran, bu kadar zalimleştiren, bu kadar gözü dönmüş caniler seviyesine düşüren nedir? Bu kadroları yetiştiren nasıl bir yapı, nasıl bir eğitim sistemi ve nasıl bir değerler manzumesidir? Prof. Şerif Mardin’in tespitini bir kez daha hatırlarsak: “Kemalizm ‘iyi, doğru ve güzel’e dair hiçbir değer üretemedi” diyordu. Evet, bu büyük cinnetin, bu büyük vicdansızlığın, bu derin çürümenin esas sebebi tam da bu tespit değil midir?

İslami kimlik ve değerleri tehdit ve düşman ilan edip dışlayanlar, yerine bir değer de üretemeyince, batının insanı insanın kurdu haline getiren pozitivist, paganist, seküler kültürünü, hem de faşist döneminin kültürünü kör taklitle alanlar, “aydınlanma” zannettikleri karanlıkların, ruhları ve fıtratları bozan dehlizlerinde kayboldular. Sonuçta aklı ve düşünceyi dumura uğratan, hak ve özgürlükleri yok eden, insani ve fıtri erdemleri bile körelten, fıtratları bozan, dogmatik, bağnaz, sığ ve geri bir ideolojinin dar kalıpları içine sıkıştırdıkları kadroları yozlaştırdılar. Özgür düşüncenin, özgürce inanıp yaşamanın önünü tıkayıp, insanların kendilerini özgürce gerçekleştirmelerinin önünü kesince, insani değerleri çürüttüler, yozlaşmanın, darbeci, cuntacı, çeteci olmanın önünü sonuna kadar açtılar. Üstelik sürekli koruyup, teşvik ettiler. İşte gelinen cinnet noktasının ardında yatan sebep bu değil midir?

İşte bu sebeple, halkımız bugün, can ve mal güvenliğini TSK’dan, hukukunu, temel hak ve özgürlüklerini ise, askeri brifingli ideolojik yargıdan nasıl koruyacağının endişesini en ileri boyutta yaşamaktadır.

Askeri ve İdeolojik Bağımlı Yargıçların Siyasi Kararlarıyla, Muvazzaf Darbeciler, Çeteciler Sivil Mahkemede Yargılanmaktan Kurtarıldı

Askeri Mahkemeler emir komuta altında çalıştıkları için, bütün bu olanları seyretmekle, hatta sızan bilgilere ve ihbar mektuplarına göre, kimi askeri savcıların darbe planı belgelerini yok etmek için yol gösterici rolü oynadıkları bile iddia edilmektedir. Yakın zamanda yapılan bir değişiklikle, darbecilerin, cuntaların, çetelerin içinde yer alan asker kişilerin de sivil mahkemelerde yargılanması yolu açılmıştı. Üstelik sivil yargının da yaklaşık %70’i askeri brifinglerle, askeri telkinlerle kolayca yönlendirilebilen, resmi ideolojiyle adaletin tecellisinin ters düşmesi halinde adaleti değil resmi ideolojiyi tercih edeceğini açıkça ifade edebilen ideolojik kadrolardan oluşmaktadır. Ayrıca, daha önce Şemdinli davasında HSYK’nın Genelkurmay’ın isteği doğrultusunda savcıyı kolayca harcaması, yargıçları sürmesi ve sonuçta davanın askeri mahkemeye havalesinin temini suretiyle çete mensubu “iyi çocuklar”ın tahliyesinin sağlanması da, HSYK’nın kimi üyeleriyle Ergenekon sanıkları arasındaki ilişkiler ve “bizden mahkemeler”in çete üyelerini kayırıcı işgüzarlıkları da, yargının bu konudaki durumunu çok açık olarak ortaya koyan diğer göstergelerdir. İşte buna rağmen, hukuku ve kanunu esas alıp ideolojik değil tarafsız objektif karar veren yargıçlara denk gelme riskini dahi göze alamadıkları için, Ergenekon avukatı CHP vasıtasıyla konuyu Anayasa mahkemesine götürmüşlerdi.

Üstelik Genelkurmay yetkilisinin mahkeme üyeleriyle yönlendirici görüşmeler de yaptığı medyaya yansıdı. Sonuçta askeri ve ideolojik bağımlı, ideolojik tarafgir yargıdan Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı nisabı olarak 367 oy gerektiğine dair kararda ve eğitim özgürlüğüyle ilgili değişiklikle ilgili kararda olduğu gibi kendi Anayasalarına da aykırı ideolojik, siyasi bir karar daha çıkartılarak, TSK içindeki darbecilerin, cuntaların, çetelerin yargılanmasının önü bir daha kesilmiş oldu. AYM, darbecileri, Askeri Yargı’nın koruyucu, kollayıcı ve hatta örtbas edici “şefkatli kolları”na emanet etmeyi tercih etmiş oldu. Aynı Anayasa Mahkemesi, 12 Eylül Darbesi sürecinde de, kendisinin varlık sebebi olan Anayasayı darbeyle yürürlükten kaldıran darbecileri tebrik etmiş, Anayasası olmayan bir devletin Anayasa Mahkemesi olmayı rencide olmadan sürdürmüş ve üyeleri, mesnedi ve işlevi kalmayan, yani olmayan bu görev sebebiyle maaş almayı da sürdürebilmişlerdi. Kısaca TC yargısı, darbecilerin ve resmi ideolojinin bağımlısı olmak bakımından ciddi sabıkaları olan bir yargıdır. İçindeki istisnalara rağmen de bu özelliğini korumakta da ısrarlı görünmektedir.

TSK Üst Yönetimi, Tüm Bu Yaşananları Normal Karşılayarak, ve Sorumlu Davranmayarak Kendi Kurumunu Çürütüyor

“İç düşman” kavramını icad ederek kendi halkını düşman ilan eden, kendi halkına yönelik psikolojik harekat planları ve uygulamaları yapan, kendi halkına yönelik provokasyon planlarını resmi belgeler halinde düzenlemekten çekinmeyen darbeci subaylar, generaller, cuntalara ve katil çetelere katılan cani ruhlu, psikopat kişiler neden TSK içinden bu kadar yoğun çıkıyorlar? TSK yönetimi, ordu içinde yaşanan bütün bu cinneti neden sorgulamaz? Neden bu derin çürümeye yol açan zihniyeti, yapıyı ve eğitim sistemini, esas aldığı materyalist, pozitivist paradigmayı sorgulayıp değiştirme çabası göstermez? Üstelik orduyu gerçek anlamda yıpratan bu planları hazırlayanlara hiçbir tepki, kınama ve hesap sorma çabası göstermeden, bu kötü gidişi eleştirip, bu konuda ıslah amaçlı uyarılarda bulunanları ciddiye alıp ıslah çabasına girmek yerine, tam tersine eleştiri yapanları orduya karşı yıpratma amaçlı psikolojik harekâtçılar olarak mahkûm etmeyi neden tercih etmektedir?

TSK’yı bu tür pisliklerden temizlemeye yönelik sorumluluklarını ihmal ederek, sanki hiçbir şey yokmuş gibi hareketsiz duran, ya da bütün bu yapılanları örtmeye, gizlemeye, normal görmeye/göstermeye ve yapanları da korumaya, içinde barındırmaya devam eden TSK üst yönetimi, hem kınamadığı, yargılayıp cezalandırma ve tasfiye etme yoluna gitmediği bütün darbe ve cunta faaliyetlerinden sorumlu olmakta ve hem de TSK’nın bütünüyle bu işlerin içinde olduğu imajını vererek, kendi kurumlarını da bu tutumlarıyla bizzat kendileri yıpratmaktadırlar. Eğer yaşanan çürüme, yozlaşma ve cinnete dair durum tespiti yapılması, eleştirilmesi ve ıslah çağrısı yapılması bir kurumu yıpratma olarak nitelenecekse, o zaman bu duruma yol açan uygulamaları yapan darbeci, çeteci kadrolar ve onları koruyup kollayan TSK üst yönetimi, bizzat kendisi ve gerçek anlamda kurumlarını yıpratma, aşağılama ve halkı askerlikten soğutma suçlarını işliyorlar demektir.

Anlaşılıyor ki, TSK’nın general kadrosunun tamamen görevden uzaklaştırılmadıkça, subay kadrosunun geri kalanı da hukuk ve insan hakları eksenli bir rehabilitasyondan geçirilip bu yeni konsepte uyum sağlayamayanlar tasfiye edilmedikçe, ayrıca, TSK’nın eğitim sistemi insan hakları ve hukuk eksenli köklü bir değişime uğratılmadıkça bu ülke halklarının bu subay kadrosundan daha çok çekeceği vardır. Kemalist, pozitivist ideolojik, dogmatik eğitimle insanı insanın kurdu haline getiren, insani-fıtri değerleri-erdemleri çürütüp yok eden seküler çark işlemeye devam edecek, başka insanların haklarını ihlal etmeyi kendisi için hak sayan, kendisini ülkenin, devletin ve toplumun efendisi-sahibi, ülke halklarını ise köle ve güdülmesi gereken cahil sürüsü olarak gören zihniyete sahip ruhi bozukluk taşıyan psikopat tipler yetişmeye ve ülke halklarını “tehdit” ve “iç düşman” ilan edip tahakküm etmeye ve sonuçta halkla birlikte TSK’yı da sürekli yıpratıp aşağılamaya devam edeceklerdir.

Kendilerinin seçilmiş kişiler olduklarına, diğer insanların ise yönetilmesi gereken sürüler olduğuna inanmalarına sebep olan yapı, dogmatik zihniyet ve ideolojik eğitim programları insan hakları ve hukuk eksenli köklü bir değişime uğratılmadıkça, fıtri insani erdemleri koruyan insanlık onuruna saygılı yeni bir yapı tesis edilmedikçe bu tür hastalıklı tiplerin yetişmesi ve TSK içinde çoğalıp kontrolü ele geçirmeleri engellenemeyecektir. Diğer yandan siyasete ve topluma sürekli müdahale etme vesilesi kıldıkları İç Hizmet Kanununun 35. maddesi kaldırılmadıkça, darbe ve provokasyon planları hazırlamak, halkı sürekli kontrol ve denetim altında tutmak için kullandıkları ve iç güvenlik üzerinden siyasete müdahale fırsatı bulmalarına yarayan EMASYA protokolü iptal edilmedikçe, bu tür hukuk tanımaz azgınlıkları engellemek mümkün olmayacaktır.

Hükümet ve TBMM, Halkın İradesini Temsildeki Zaafına Son Vermeli, TSK’yı, Yargıyı ve Tüm Devleti Hukuk Ekseninde Yeniden yapılandırmalı

Görülüyor ki, TSK’nın içi, bu kadar yaygın, sürekli ve derin bir biçimde darbeci, cuntacı ve çeteci kaynamakta, adeta bu tür hukuksuzlukların odağı haline gelmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde asker ve resmi ideoloji güdümlü yargı da büyük çoğunluğu itibariyle, darbecileri, çeteleri koruma refleksi içinde görünmekte ve çok sayıda ideolojik ve siyasi kararlar vermektedir. Bunlar da Yargıyı, darbecileri koruma ve isteklerini yerine getirme ve ideolojik/siyasi kararların odağı durumuna getirmiş bulunmaktadır. Mademki yargı, partileri hukuka aykırılıkların “odağı” olduğu iddiasıyla, üstelik toplum için bu kadar büyük risk teşkil etmedikleri halde kapatabilmektedir. TBMM de, TSK ve Yargıyı söz konusu hukuksuzlukların, adaletsizliklerin ve siyaset yapmanın odağı olmaktan kapatmak, lağvetmek suretiyle, ülkemize ve halkımıza daha fazla zararlar vermemeleri için hukuk ve insan hakları eksenli yeniden yapılandırmayı başlatmalı, hem de çok geç kaldığı bu konuda bir an önce harekete geçmelidir. Böylece ordu sadece dış güvenlikle ilgili bir konuma, kışladaki esas görevine, hukuk ve insan haklarına bağlı bir çizgiye döndürülmeli, yargı da, askeri vesayetten bağımsızlığa, resmi ideoloji tarafgirliğinden hukuka ve insan haklarına bağlı objektif kararlar vereceği bir tarafsızlığa kavuşturulmalıdır.

TBMM ve hükümet, halkın kendilerine teslim ettiği iradeyi hakkıyla temsil edemedikleri için, bütün bu köklü ve temel konulardaki büyük zaafları 7 yıldır görmezden gelip geciktirmişlerdir. Bu sebeple daha fazla geç kalmadan, mevcut yapıları lağvedip yenisini kurmayı pratize etmek zor olacağı için, hiç değilse başta TSK, Yargı ve eğitim sistemi olmak üzere bütün devlet ve kurumlarını, hukuk ve insan hakları ekseninde topyekün bir değişime ve yeniden yapılandırmaya götürerek, halka verdikleri adalet ve özgürlük getirme sözlerinin arkasında durmalı ve vaat ettikleri sistem içi değişikliği gerçekleştirerek, bir takım kurumların halk üzerindeki tahakkümüne artık son vermelidirler.

TSK’nın Bizi ve Halkımızı Yıpratmasına ve Düşmanlaştırmasına Artık Yeter Demeliyiz

Bizler bütün bu ideolojik baskı ve dayatmalara, hukuksuzluklara, haksızlıklara, adaletsizliklere, keyfiliklere, darbelere, cuntalara, çetelere ve onların katliamlarına, katliam planlarına karşı çıkıp, bütün bunlara rağmen dayatılan zorunlu askerliği eleştirirken, sadece durum tespiti yapıp, haksızlığa, zulme itiraz ediyoruz. Hiçbir kurumu yıpratma, aşağılama amacı gütmeden, tam tersine bu tükenmişliğe, bu derin çürümeye, bu büyük cinnete sebep olanların zulmünü ifşa edip itiraz ederek, bizi ve halkımızı yıpratan, aşağılayan ve kendi kurumlarını da çürütenlere karşı onurumuzu, haklarımızı, özgürlüklerimizi savunuyoruz.

Yaklaşık seksen yıldır, bizi ve halkımızı aşağılayan, yıpratan, hırpalayan güce yeter artık diyoruz. Bir yandan düşman ilan ederek, diğer yandan zorla askere alarak, bir yandan darbeler yaparak, cuntalar kurarak, diğer yandan çete faaliyetleriyle kan dökerek, faili meçhul cinayetler işleyerek bizi ve halkımızı yıpratan, hırpalayan kadroları üreterek, yargıçları, savcıları brifingleyip ideolojik keyfi kararlarla üstümüze salarak, bu kadar şedit zulümleri işleyenlere yeter artık diyoruz.

Bilmeliyiz ki, hak ve özgürlüklerimize sahip çıkıp zulmedenlere itiraz etmedikçe, haksızlıkların, keyfiliklerin hesabını sorup, bedeli neyse ödemeyi göze alan mücadeleler vermedikçe hak ve özgürlüklerimizi elde edemeyiz. Susarak ve zulme rıza gösteren zilleti kanıksayarak zulmedenleri geriletemeyiz. Bu sebeple ısrarla ve korkusuzca haklarımızı gündemleştirip, adaletin ikamesi için çaba sarf etmeliyiz.

Gün; halkımızın, asker ve yargı bürokratlarına hukuki haddini bildirme, efendi değil hizmetkâr olduklarını öğretme günüdür. Kendisinin de sürü değil, vergisiyle bürokratlara maaşlarını ve ellerindeki silahın bedelini ödeyen ve ülkenin gerçek sahibi, onların da işvereni konumundaki halk olduğunu ispat etmek üzere kitleler halinde meydanlara çıkıp itiraz etme, hesap sorma günüdür. Vergisiyle alınan silahların nerelere gömüldüğünün ve kime karşı kullanıldığının hesabını sorma günüdür. Evet gün, halkımızın, orduyu iç güvenlikten alıp sadece dış güvenlikle görevlendirme, kışlaları resmi ideolojinin tapınakları konumundan çıkarma, halkı düşman ilan eden orduyu hiç değilse fıtri ve insani erdem ve değerlerle terbiye etme, halkına ve dinine saygılı, hukuka bağlı bir konuma getirme günüdür.

Not: Bu vesileyle, Enver Aydemir kardeşimiz gibi imani ve diğer tüm vicdani retçilerin, ilkesel olarak haklı oldukları kadar, ordunun bu cinnet hali sebebiyle aslında bu açıdan da ne kadar haklı oldukları daha iyi anlaşılmış olmalı ve bu hakkın mücadelesini verenlere destek olunmalıdır.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?