İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı’nın 21 Temmuz 2023 tarihli Cuma konferansında Mehmet Pamak’ın “Bilgi, İman, Amel ve Ahlâk İlişkisi” üzerine yaptığı konuşmanın 2. Bölümünün metnini ve videosunu ilginize sunuyoruz.
İLKAV Yönetimi
B – Ameller ve Ahlak, İki Kaynaktan Gelen Bilgi ve Potansiyele Dayanır:
Her biri kendi çapında bir alem olan insan, enfüsî/özvarlığı ve âfâk/dışvarlık hakkında düşünmeye, gözlem yapmaya, bu amaçla seyahat yapmaya, akıl yürütmeye, bilgi üretmeye, bununla inancını aklî bilgi ile temellendirmeye ve güçlendirmeye sık-sık davet edilmektedir.
Kur’an’da Fıtrî ve vahyî ayetleri akletme konusunda, birçok ayette insana çağrı yapılır. Kur’ân, aklını kullanma/ta’akkul kipinden başka daha değişik kip ve ifadeler kullanarak ısrarla insanı, evren, toplum ve olaylar üzerinde düşünmeye, akıl yürütmeye çeşitli şekillerde teşvik etmektedir:
1-İbret alma, ders çıkarma, itibara alma/ibret konusunda bkz. Âl-i İmrân, 3/13; Yusûf, 12/111; Nûr, 24/44; Haşr, 59/2; Nâzi’ât, 79/26.
2-Gözlem yapıp doğru sonuç çıkarma amacıyla bakma/nazar konusunda bkz. En’âm, 6/11.
3-Basiretle bakma, eşya ve olayların arka planını görme/tabassur konusunda bkz. A’râf, 7/179; Yûnus, 10/43; Zâriyât, 51/20-21.
4-Varlık ve olaylar hakkında derin düşünme ve tedbir alma/tedebbür için bkz. Nisâ, 4/82; Müminûn, 23/68; Muhammed, 47/24; Sâd, 38/29.
5–İnce düşünce ve anlayışa sahip olma/tefekkuh konusunda bkz. Tevbe,9/81.
6-Derin düşünme/tefekkür konusunda bkz. Bakara, 2/266; Âl-i İmrân, 3/191; A’râf, 7/176; Yûnus, 10/24; Ra’d, 13/3; Rûm, 30/8; Sebe, 34/46.
7-Ders çıkarma, akılda tutma, hatırlama, sonuca bağlama/tezekkür konusunda bkz. Bakara, 2/269; En’âm, 6/26; Ra’d, 13/19; Nahl, 16/13; İsrâ, 17/41; Müminûn, 23/85; Zümer, 39/27.
Kur’ân’ın bu yaklaşımı, bilgi ile iman arasında çok sıkı bir ilişkinin olduğunu, inancın bilgiyle anlaşılabilir bir temelinin olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Kur’ân’ın önerdiği enfüsî ve âfâkî verinin (Rûm, 30/21; Fussilet, 41/53; Şûrâ, 42/11; Zâriyât, 51/21.) başta isbat-ı vâcib ve ahirete iman olmak üzere, inanç esaslarının haklı ve makûl sebeplerinin olduğu konusunda tefsir ve kelâm kitaplarında değerlendirilmiş olması, iman bilgi ilişkisinin her zaman önemsendiğini göstermektedir. (Söz gelimi bkz. Ebi’l-Muzaffer el-İsferâyînî; et-Tebsîr fi’d-Dîn, (Tah.: Kemâl Yûsuf el- Hût), ‘Alemu’l-Kütüb, 1. bs., Beyrût, 1983/1403, 153 vd; Ebu’l-Mu’în en- Nesefî, Tebsıratu’l-Edille, I, 38 vd.; .Fahreddin Muhammed b. Ömer er- Râzî, Mefâtihu’lĞayb, Dâru İhyâi Turâsi’l-‘Arabî, 3. bs., Beyrût, ts., XVII, 8-46; Îcî, Mevâkıf, 266 vd.; Bekir Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, D.İ.B. Yay., 6. bs., Ankara, 1992; İbrahim Agâh Çubukçu, İslam Felsefesinde Allah’ın Varlığının Delilleri, A.Ü.İ.F. Yay., 3. bs., Ankara,)
İmanda tasdik, yani kabul ve teslimiyet bulunurken, bilgide ise duyuların tecrübesine dayanarak aklın bir yargıya varması söz konusudur. Bu bakımdan ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin, rasyonel bir sınırlandırmaya tabi tutulması imkânsız olan aşkın alana ilişkin iman esaslarının, bütünüyle ihata edilebilir ve anlaşılır kılınması mümkün değildir. Zira inanç esaslarına ilişkin makûl açıklamalar ne kadar anlamlı ve doyurucu olursa olsun, kendilerinde her zaman bir teslimiyet, bir iman payı eksik kalmaktadır. Bu durum bilginin hiçbir zaman iman seviyesine çıkamayacağını, aşkın alana ilişkin olduğunda bilginin kesinlikle eksik kaldığını göstermektedir. Bu bakımdan aşkın alana göre bilgisi çok az olduğundan, insanın, dinde var olan her şeyi akıl ile tam olarak idrak etmesinin mümkün olmadığını bilmesi, akıl üstü konuları tam olarak kavrama kuruntusuna kapılmaması gerekir. (Gazzâlî, “Kanûnu’t-Te’vîl“, VII, 126-127.) Akıl vahyin emrinde ve onu anlamaya çalışan bir pozisyonu aşmamalı, vahyin hudutlarını aşan iddialarda bulunmaya kalkışmamalıdır.
Mahiyetleri farklı olsa da, iman ve bilginin ortak alan ve özellikleri vardır. Bu nedenle birbirlerinden etkilenmekte, çoğu kere ayrılmaz bir birlikteliğe sahip olmaktadırlar. Bu bakımdan birer insan eylemi olan iman ve bilgi, birbirini besleyen iki kaynak konumundadır. Zira çoğu kere insan inanmak için bilgiye, bilgiye ulaşmak için de imana ihtiyaç duyar. Çünkü hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir şeye inanmamız söz konusu olmadığı gibi, henüz bir ön kabul aşamasına gelmemiş bir problemi araştırıp bilgilenme ihtiyacı içinde olmak da söz konusu değildir. Akıl ile iman gerçeklerinin aynı kaynaktan beslendiğini kabul etmek gerekir. Dolayısıyla, aklın gücünü aşkın alana yöneltmek, vahiy denilen zengin ve verimli alana ulaşmasını ve oradan beslenmesini sağlamak en doğru yaklaşım biçimi olacaktır. Çünkü iman ve akıl, birbiri için gerekli biri diğerine destek verebilecek iki temel güçtür. Biri olmadan diğerinin güçlü olması imkânsız görünmektedir. Bu bağlamda Gazâlî’nin “Kim aklı yalanlarsa, dini yalanlamıştır; zira dinin doğruluğu akıl ile ancak bilinmektedir.“… “Din ancak akıl ile sabit olmuşken akıl, din ile nasıl yalanlanabilir?” (Gazzâlî, “Kanûnu’t-Te’vîl“, VII, 126.) şeklindeki ifadelerinde akıl ve nakli bir bütün olarak değerlendirmesi çok yerinde bir tespittir.1
Bilgiye ulaşmada faal olan organlarımız ve bilginin elde edildiği kaynaklar şöyle ifade edilebilir:
- Bilgilenme;
- Öncelikle fıtrî bilgi potansiyelinin harekete geçirilmesi ve duyu organlarımız olan işitme, görme, koklama, tat alma ve dokunma yoluyla kevnî ayetleri, öğrenme ve algılama suretiyle elde edilir,
- İkinci olarak, hem bu duyu organları ile elde edileni hem de en önemlisi, fıtrata ve akla yol göstermek üzere inzal edilen vahyî ayetleri akletmek suretiyle içselleştirilip mezcedilerek özümsenmesiyle (Araf 179, Furkan 43-44 akıl, işitme, göz ve kalp) gerçekleşir,
- Ancak başta gayb alanı olmak üzere aşkın olanı aklın tam olarak kavrayabilmesi ya da bilgisine sahip olması mümkün olmadığından kevnî ve vahyî ayetlerin birlikte okunması sonucu oluşan bir ön kabul, inanç ve teslimiyet boyutu ortaya çıkar,
- Hidayet öncesi fıtrî takva potansiyeli ile nereden gelip nereye gidildiği, yaradılış sebebi ve dünya hayatı sonrasının üzerine düşünme ve Rabbini arama eğilimi,
- Müddessir suresindeki “verrucze fehcur” emriyle akıdevi ve ahlaki tüm cahiliye kir ve pisliklerinden hicret edip arınma çabası,
- Sonra da vahye iman edip bağlanarak hidayet sonrası takvaya yönelmek suretiyle Müslim olma anlamında fiili iman gerçekleşir.
1 – Sahih Bilgi Kaynağının Birincisi, fıtrat sözleşmesi ve Ademe öğretilen bilgi ve bilgiye ulaşma potansiyeliyle bağlantılıdır, bu fıtri bilginin yer aldığı kitaba HİLKAT kitabı diyebiliriz. (Araf 172, Rum 30, Bakara 31)
Bakara ﴾31﴿ Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip “Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin” dedi. ﴾32) “Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin” cevabını verdiler. ﴾33﴿ “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim demedim mi!” buyurdu.”
Âdem’e bütün isimleri, yani maddî ve mânevî varlıkların, kavramların isimleriyle bunların özelliklerini veya isim verme, dil icat etme kabiliyetini öğretti; sonra her şeyin aslı gayb âleminde, ilâhî planda mevcut olduğu için bunları meleklerine gösterdi. Meleklerden, Âdem’in müsbet vasıflarının ve kabiliyetlerinin fazlasıyla kendilerinde mevcut bulunduğu kanaatlerinde haklı ve isabetli iseler bunların isimlerini bilip söylemelerini istedi. Melekler bu deneme sonucunda kendilerine verilen bilme ve bilgi üretme kabiliyetinin Âdem’e verilenden farklı olduğunu ve bu sebeple halife olmaya onun ehil bulunduğunu anlayıp itiraf ettiler; Allah Teâlâ’nın ilim ve hikmetini, eserini görerek (ayne’l-yakîn olarak) daha üst dereceden tasdik ettiler. (Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 104-105)
Fıtrat Sözleşmesi – Fıtrî Ahlâk ve Takva
“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet (buna) şâhit olduk’, dediler.” “Yahut ‘Daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?’ dememeniz için (böyle yaptık).” “İşte ayetlerimizi böyle ayrıntılı biçimde anlatıyoruz, ola ki (umulur ki), doğru yola dönerler.”2
Tüm insanların, Rabbimizin “E lestu bi Rabbikum?” sualine “qaalû belâ şehidna” diyerek O’ndan başka İlah ve Rabb tanımayacaklarına dair Rableriyle ahidleştikleri bildirilmektedir.3 Sonra da insanlar, Peygamberlerin (s) getirdiği vahye teslim/Müslüman olup ahidlerini yenilemekte, belgelemektedirler. İşte bu ahdlerine/misaklarına sadakat gösterenler, yani fıtrat/yaratılış kanunları ile hayata yön verecek vahyî hükümlerin arasını kesmeyen, fıtrat ile vahyin buluşmasını, bütünleşmesini ve İslami şahsiyetin oluşmasını sağlayanlar, bireysel ve toplumsal tüm hayat alanlarında vahyin belirlediği hukuka uygun bir hayatı yaşayarak, arzda halife kılınma sorumluluğunu yerine getirerek adaleti ikame ederler. Arzda fesada imkân vermeyip ıslahı temsil ederler.
68.Kalem 4- “Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk (hulûkul aziym) üzere bulunmaktasın.”
Kalem suresi ve bu ayeti ilk inen Alâk suresinin 5 ayetinden sonra inmiş olup henüz ahlakı inşa edecek kadar ayet inzal olmamıştır.
42.Şura 52 – İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.
Görüldüğü üzere, Rasulullah henüz vahiy gelmeden, iman nedir, kitap nedir bilmezken müşriklerin bilr kendisine Muhammedü’l Emin dedikleri ve ilk inen surelerde Allah’ın “Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk (hulûkul aziym) üzere bulunmaktasın.” diye nitelendirdiği yüce ve güzel bir ahlak üzereydi. İşte bu ahlak fıtrî ahlak idi. Rasul, insanlar içinden seçilmiş fıtrî bakımdan en güzel ahlak sahibi olandı. Tefsirlerde bu ayet Hz. Aişe’nin “Onun ahlakı Kur’an ahlakı idi” sözü Kur’an inzal olduktan ve Rasûlullah’ın vefatından sonra söylenmiş bir sözdür.
Hz. Peygamber’in kendisi de “Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak (uygulamak) için gönderildim.” (İbn Hanbel, II, 381; Muvatta’, Hüsnü’l-hulk, 1.) buyurmuştur.
Şems Suresi: Nefse Fücur ve takva eğilimi ilham edilmiştir.
“Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik (takva) ve (fücurunu) kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.4
Rum, 30: “(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir (Allah’ın insanları üzerine yarattığı fıtrata çevir). Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”5
Rasûlullah (s) bu konuyu bir hadisi şerifinde şöyle ifade etmiştir:“Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5.)
İnsanı yaratıp başıboş bırakmayan Allah, gönderdiği peygamberler ve vahiy ile insanı sürekli uyararak onun fıtratına uygun davranmasını istemiştir. Fıtratımızda yer alan güzellikleri ortaya çıkaracak en temel şey sahih bilgi, iman ve salih ameldir. Amelsiz iman, imansız ahlak söz konusu olamaz.
Ahzab 72: “Şüphesiz biz emaneti (akıl ve irade emaneti-imtihan sorumluluğu- Allah’a iradeyle itaati, ibadeti)) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalimdir, çok cahildir.”6
İnsan, kendi tercih ettikleri ve elleriyle yaptıkları sonucu olarak, yaratılmışların en güzeli ya da aşağıların en aşağılığı olur.
Tin Suresi: “İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik…”7 “Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” “(Ey insan!) Böyle iken, hangi şey sana hesap ve cezayı yalanlatıyor?” “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?”8
2 – Sahih Bilgi Kaynağının İkincisi ise, Yaratan Rabbin emretmesiyle inzal edilen vahyi bilginin yer aldığı HAKİKAT kitabı Kur’an’dır (ve Kur’an’ın İlk Şahidi Rasûlün Hayatında Ete Kemiğe Bürünmüş Pratiğidir.) (Araf 54, Yusuf 40, Casiye 18)
Allah bu ikisinin arasının, fıtrat ve vahyin arasının kesilmemesini emretmiştir. Çünkü mütekamil ve Allah’ın razı olacağı İslami şahsiyet ve İslami ahlak, ancak bu ikisinin birleşmesi ile mümkün olabilecektir.
–Fıtri ahid, bilgi ve fıtrattaki takva potansiyeli, fıtri sorumluluk bilinci, hidayete ulaşmak için gerekli ilk zemini oluşturur.
–Bakara 3 – Kur’an ancak muttakiler için rehberlik yapar, onlara fayda verir. Çünkü onlar imanı, hidayeti hak edecek bir arayış içinde olurlar.
–Bilgi +(artı) iman noktasına ulaşıldığında fıtrat ile vahiy bütünleşmiş olur.
–Vahyin ilminden sonraki takva ise, vahiyle bildirilen emir ve yasaklara uyarak, gereğince amel etmekle elde edilir. Böylece fıtrî ve vahyî bilgi imana dönüştüğünde, güzel bir ahlakın ortaya çıkmasına yol açar.
–Takvanın yerini hidayetten önce de sonra da dünyevileşme, çıkarcılık, pragmatizm alırsa, hem fıtri, hem de vahyi bilgi, o kimseyi arındırma, inşa etme fonksiyonu görmez. Bu sebeple takvadan yoksun bilgi sahiplerinden, güzel ahlak tezahür etmez.
Bu yüzden de Rabbimiz,
3.Ali İmran 102 – “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının (takvayı hakkıyla kuşanın) ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün.” buyurmuştur.
Böylece Ahlakı Üç Bölümde Ele Alabiliriz
- Fıtri ahlak: Fıtri bilgiye dayalı vahiy öncesi, korunmuş fıtrattan insani erdemlerin tezahürü şeklinde ortaya çıkar.
- İslami ahlak: Fıtrat ile vahyin, fıtri bilgi ve vahyi bilginin bütünleşmesiyle ortaya çıkan bütüncül ve hayatı kuşatan (bütün hakları, hukuku, 5 temel emniyeti ve bunlara riayeti de içine alan en geniş anlamda) ahlaktır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan bütün emir ve yasaklar bizim için ahlakımızı belirleyen temel ilke ve ölçülerdir.
“De ki: ‘Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım:
– O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın,
– anne babaya iyilik edin,
Buhari, Müslim ve Tirmizi’nin ittifak ettikleri bir hadiste Abdullah İbn-i Mesud şöyle anlatıyor: “Bir gün Rasul’e sordum. ‘Hangi amel daha faziletlidir?’ Peygamber (s) ‘Vaktinde kılınan namaz.’ diye cevap verdi. Rasul’e ‘Sonra hangisidir?’ diye sordum. Peygamberimiz ‘Ana-babaya yapılan iyiliktir.’ diye cevap verdi.”
– yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de onların da rızıklarını biz vermekteyiz.-
– Çirkin kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın.
– Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki, akıl erdirirsiniz.’” (En’am, 151)
– “Yetimin malına, buluğ çağına varıncaya kadar, malını en güzel bir şekilde koruyup çoğaltmak hizmetinden başka bir surette yaklaşmayın.
– Ölçeği ve tartıyı tam ve denk getirin. Biz, herkese gücünün yettiğini teklif ederiz.
– Söz sahibi olduğunuz zaman, davacı veya davalı hısım ve akrabanız bile olsa, hep adaleti gözetin.
– Allah’a karşı verdiğiniz sözlerinizi,
– yemin ve adaklarınızı yerine getirin. İşte Allah, iyi düşünesiniz diye size bunları emretti.” (En’am, 152)
İşte bunları yerine getirmek, yani tevhidî bir imana bağlanıp onun ispatı mahiyetinde fiilî imanı amellerimizle/ahlakımızla gerçekleştirmek suretiyle Müslim olmak “sırat-ı müstakim” üzere olmaktır ve Rabbimiz bu hale de En’am 153. ayette dikkat çekmektedir: “İşte bu benim dosdoğru yolumdur (sıratı-ı müstakimimdir). Şu halde ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın. Bununla size tavsiye etti, umulur ki korkup-sakınırsınız.”
Başka yollara uyanlar da şöyle uyarılır: Nisa 115: “Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!.”
İşte bu iman ile iç içe olan İslamî ahlak, halife kılınmış olma sorumluluğunu taşıyan mümin şahsiyetlere, ırk ve din ayırımı gözetmeksizin Allah’ın bütün kullarına karşı adaletle davranma bilincini kazandırır. Bu sebeple, İslam’ın hâkim olduğu her alanda, bütün insanların, can, mal, din, akıl, nesil emniyeti, İslam’ın ve müminlerin güvencesi altındadır.
- Seküler Ahlak: Fıtrî bilgi + vahyin kırıntıları + seküler aklın hevayı esas alarak ürettiği seküler bilginin karışımından ortaya çıkar ve insanı yozlaştırarak arzda fesad çıkaracak konuma getirir. Seküler ahlakın dayanağı, bu tür toplumlarda ortak çıkarları esas alarak yapıldığı söylenen (arka planında fıtri ve vahyi kültürün kırıntıları ve heva olan) ortak aklın ürünü olduğu söylenen toplumsal sözleşmelerdir. (Bugün dünyaya hakim olan ahlak işte bu karışımla ortaya çıkan seküler ahlaktır). Ortak çıkarlara göre düzenlendiği söylenen bu ahlakın, hayvanların bir arada yaşama düzeninden bir farkı kalmamakta ve insanın arınıp yücelerek Rabbine yaklaşması yerine, kendi fıtratına ve Rabbine yabancılaşmasına ve hayvanlardan bile aşağı düşmesine yol açmaktadır. Bu sebeple seküler dünya hayvanla akrabalık bağı kuran bir insan algısını aşamamıştır.
Rabbine ve Kendisine Yabancılaşan İnsan, “Fesad Çıkardığı” Hâlde “Islah Edici” Olduğunu İddia Eder
Hangi şartlar ve maslahatlar söz konusu olursa olsun, hiçbir hayat alanında Allah’ın zikrinden yüz çevrilmeyecek (Enbiya, 21/42), Kur’an devre dışı bırakılmayacaktır. Aksi takdirde, fıtratla vahyin arası kesildiği ve Allah’tan gelen bu iki şeyin dünyada buluşup bütünleşmesi engellendiğinde, yani insan ister hayatın tamamında isterse bir kısmında Allah’ı unuttuğunda ve vahiyden yüz çevirdiğinde Allah da bu kişilere bizzat kendilerini unutturunca, insanın fıtratına ve Rabbine yabancılaşması başlamaktadır. Bu yabancılaşma süreci sonunda, arzda fesad çıkaracak (Bakara, 2/27), kendine ve Rabbine yabancılaşmış günahkâr beşer tipi ortaya çıkmaktadır.
Rabbimiz Haşir Suresi 19. âyette, “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.” buyurmuştur. İman iddiasına rağmen hayatın tümünde ya da herhangi bir alanında sürekli biçimde Allah yokmuş gibi davranılıyor, Allah’ın hükümleri sürekli biçimde hayat dışına itilip hevaya ya da tağutlara tâbi olunuyorsa, bu tutum “Allah’ın zikrinden yüz çevirmek”, “Allah’ı unutmak”, “hesabı ve âhireti” ciddiye almamak demektir. İşte bu âyette, Müslüman olduklarını ve iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen böyle bir tercihte bulunarak hayatın tamamında ya da bir kısmında Allah’ı unutanlara, Allah’ın da kendilerini unutturacağı bildirildikten sonra, bunların müslim değil “fasık kimseler” olduğu ifade ediliyor.
Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, Kur’an’dan yüz çevirenlere, hevalarını, arzularını belirleyici kılıp “Allah’ın zikrini görmezlikten gelenlere, bir şeytan musallat edileceği ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onların kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedecekleri” bildiriliyor
Allah’ın zikrini/Kur’an’ı umursamayan (görmezlikten gelen) kimseye bir şeytanı musallat ederiz de onun yakın bir dostu olur. – Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan çıkarırlar (saptırırlar) da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf, 43/36-37).
Ve bu sebeple de, Kur’an’da bunlara “arzda fesad çıkarmayın” dendiğinde, onların kendilerinin “ıslah ediciler olduklarını” iddia edecekleri, ancak “asıl fesatçıların bunlar oluğu, ancak bunun şuurunda olmadıkları” bildirilmektedir. “Bunlara, ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!’ derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.” (Bakara, 2/11-12).
Bakın vahiyden uzaklaşarak “iki şeyin, yani vahiyle fıtratın arasını kesenler”, Rabbimizin uyardığı fesada sürüklenmekten kurtulamayarak arzda bozgunculuk çıkarıp “birbirinin kanını döken hayvandan aşağı canavarlıklar”a (Furkan, 25/43) sürükleniyorlar. Vahiyden uzaklaşarak zalimleşen seküler insanlar, bizzat kendileri de “insan insanın kurdudur” sözünü üreterek, bu büyük sapkınlığı itiraf etmiş olmuyorlar mı?
Vahiyden uzaklaşan Batılı insanın, kendine ve Rabbine yabancılaşması, fıtratını bozarak “esfel-i safiline/aşağıların aşağısına” sürüklenmesi sonucunda, dünyaya hükmeden küresel korsan katil demokrasiler, aynı seküler sapkın paradigmanın çocuğu olan sosyalist ya da kapitalist emperyalist devletler ortaya çıktı ve yüz yıllardır yüz milyonlarca masum insanı katletmeyi ve sömürmeyi sürdürüyorlar. Bunun sebebini neden düşünmüyorsunuz? Bütün bir insanlık, vahiyden uzak kalınca, Rabbimizin “şirk büyük bir zulümdür” (Lukman, 31/13) uyarsına rağmen tuğyan edip arzda fesad çıkaranların tahakkümü altında inim inim inlerken, neden adalet, hürriyet, izzet ve şerefin kaynağı vahye ulaşmak ve bu yaşanan zulüm ve zillete son vermek için seferber olunmaz? Cünkü müslümanım diyenler bile büyük çoğunlukla tevhidî iman ve İslamî ahlaktan uzak düşmüş durumdalar.
İşte “evrensel” olduğu söylenen ama bölgesel olmayı bile başaramayan BM İnsan Hakları Beyannamesi de böyle ortak çıkarları ve bir arada yaşama zaruretini dikkate alarak, kimi düşünürlerin seküler fikirlerinin ve hevayı esas alan aklın ürünü olan sözleşmelerle ortaya çıkmış olup birçok azgınlığı, insanın yaratılış amacına aykırı birçok sapmayı bile insan hakkı sayabilmiştir. Bu azgın seküler katil demokrasiler, birçok mazlum halka insan hakkı götürüyoruz diyerek, özellikle de son yüz yılda Müslüman halkların yaşadıkları coğrafyalarda büyük katliamlara ve sömürülere imza atmışlardır.
Çünkü aklın fıtrî potansiyelden kalkarak parça doğrulara ulaşması ve parça adalet üretmesi mümkün olsa da bütüncül bir doğruya ve bütüncül bir adalete ulaşması için mutlaka vahyin yol göstericiliğine ve inzal olan ölçü ve değerlerin belirleyiciliğine ihtiyacı vardır. Evren senaryorunun bütünüyle uyumlu kulluk rolüne dönmedikçe insanın halife kılınma misyonuna uygun ahlaklı ve adil bir şahsiyeti kazanması asla mümkün değildir.
Kur’an’da, Bilginin İki Kaynağı Olan Hilkat ve Hakikat Kitabının Birlikte Okuması Emredilir
Yaratmak da emretmek de Allah’a aittir
“Yaratan Rabbinin adına/adıyla oku!”
96.Alak 1 – (1-2)
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖى خَلَقَ Yaratan Rabbinin adıyla oku!
خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ O, insanı “alak”dan yarattı.
“Oku” emrinin başında yaratana, oku emrini müteakip de insanın yaratılışına dikkat çekilmiş olmasından hareketle, bu ayet Araf suresi 54’deki “Yaratmak da, emretmek de O’na aittir” ayetiyle birlikte düşünüldüğünde, evrene, fıtrata emredilen hilkat kitabı ile insana emredilen şeriatı ihtiva eden hakikat kitabını oku anlamını çıkarmak mümkündür. Hakikatin parçaları arasında, evren-fıtrat ve insan hayatı arasında bağ kur ve varlığı bütünüyle Allah merkezli bir yaklaşımla oku, yaratılış ve hakikat kitaplarını birlikte oku ve ikisini birbirinden ayırma denilmiş olmaktadır.
Aynı zamanda Allah’tan bağımsız bilgi ve bilim olmadığını anlatır bu ayetler. Kainat kitabının da vahiy kitabının da bilgilerini, yasalarını Allah emretmiştir. Allah kevni ve Vahyi ayetlerini idrak etmeye, akletmeye, düşünmeye çağırır. Kur’an’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak için okumayı emreder. Bu okuma, aynı zamanda, “vahiyden aldığın mesajı başkalarına da oku, ilet, tebliğ et” emrini de içerir. Ve bütün muhataplar için de, “inzal edilen, iletilen mesajı Allah adına alın ve okuyun” anlamına da gelir.
2.Bakara 121
2.121 – “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu hakkıyla (gereği gibi) okurlar (Hakka tilavetihi). Çünkü onlar, ona iman ederler. Ama her kim onu inkâr ederse (yani hakkıyla okumaz/gereği gibi uymaz ise), işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır”.
Tilavet: Okuyup öğrendiğini izlemek, takip etmek, uygulamaya taşımak anlamını içerir. Şems suresindeki “veşşemsu ve duhahe vel kameri iza telêhe (güneşi izleyen aya). Sadece tilavet anlamak ve yaşamayı ihtiva etmeyebilir. Amma “hakkıyla tilavet” anlamayı ve yaşamayı şart haline getirir. Çünkü vahyi tilavet etmenin “Hakkı”, onu anlamak ve yaşamaktır. bu sebeple kitabı “hakkıyla tilavet etmek” onu anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumaktır. Bu durum, Cuma Suresi 5. ayetteki “kitap yüklü eşekler” olarak nitelenmenin tersidir. Allah Rasulü (s) de, “kitabı hakkıyla okuyanlar” ibaresini tefsir ederken, “ona gereği gibi uyanlar” şeklinde açıklamıştır. (İbn Hanbel). Bu hal, kitaba iman etmenin temel gereğidir, bu hal üzere olmayanlar ise kitabı inkar ediyorlar demektir ki, “işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridirler”.
Kitap’ı Hakkıyla Tilâvet Etmeyenlerin (Anlamak, Öğüt Almak ve Yaşamak İçin Okumayanların) Onu İnkâr Ettikleri Bildirilmiştir
Bu hâl, Kitap’a iman etmenin temel gereğidir, bu hâl üzere olmayanlar ise âyetteki ifadesiyle Kitap’ı inkâr ediyorlar demektir ki, “işte onlar ziyâna uğrayanların ta kendileridirler”. Âyetin birinci kısmında; “Kim hakkıyla tilâvet ederse o iman etmiştir” denirken ikinci kısmında; “Kim de hakkıyla tilâvet etmezse/öğüt alıp yaşamak ve amel etmek amacıyla okumazsa” demeden doğrudan bunların vasıfları zikredilip; “kim de onu inkâr ederse” denilmiştir.
Nitekim Rum Sûresi 44. âyetin birinci kısmında da; “Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir” denildikten sonra, “kimler de iman ederse” yerine doğrudan; “Kimler de sâlih amel işlerse” diye devam edilerek “iman”ın yerine “sâlih amel” konulmuş ve bunların sâlih amel işleyerek “kendileri için (cennette yer) hazırladıkları” müjdesi verilmiştir.
“Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kimler de sâlih amel işlerse, ancak kendileri için (cennette yer) hazırlarlar.”9
Bu âyetteki önemli vurgunun altını bir daha çizecek olursak; tıpkı Bakara Sûresi 121. âyette; “kim hakkıyla -anlamak, öğüt almak, yaşamak, amel etmek amacıyla – Kur’ân’ı okumazsa” yerine; “Kim onu inkâr ederse” denildiği gibi, bu âyette de; “Kim inkâr ederse”nin alternatifi olarak; “Kim iman ederse” yerine doğrudan imanın ispatı olan sâlih amel zikredelip; “Kim de sâlih amel işlerse” denilmiştir. Çünkü Kur’ân okunup öğüt almak ve yaşanmak, hükümleriyle amel edilerek hayata hâkim kılınmak üzere inzâl edilmiş bir Kitap olup böyle yapmayanlar onu inkâr etmiş kabul edilmektedir.
“Bu Kur’ân, insanlara bir açıklama, muttakilere yol gösterme ve bir öğüttür.”10
“…Size “Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır ve onları dosdoğru bir yola hidayet eder.”11
“Kitap’tan sana vahyolunanı oku (utlu mâ ûhiye ileyke mine’l-Kitâbi), namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.”12
Bu âyette de, oku emri verilirken tilâvetle aynı kökten olan “utlu” kelimesi kullanılır. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, “Kur’ân’ı tilâvet etmek” demek, onun kelimelerini tekrar etmek ve muhataplara aktarmak anlamına geldiği gibi, daha çok da onun hakîkatlerini izlemek, dediğini yapmak, yolunu takip etmek ve izinden gitmek demektir. Kur’ân’ı okumaktan maksat; manasını bilerek ve anlayarak tertil üzere kıraat edip, öğrenilenle amel etmek yani yaşamak ve aynı zamanda öğrenilen âyetleri insanlara ulaştırmaktır. Okumayla alakalı kavramların en önemlisi de tertil kavramıdır. Tertil, yavaş yavaş, ağır ağır, tane tane hatta hissede hissede, özümseyerek ve Kur’ân’ı Kur’ân’laşarak okumak demektir. Tertil, Kur’ân’ın hayata bak dediği yerden bakabilecek şekilde onu yüreğinden gönlünden okumak demektir.13
Anlamadan sadece Arapça kelimelerini telaffuz etmek veya kültür elde etmek için okunduğunda ve amel edilmediğinde Kur’ân’dan hiçbir fayda elde edilemez. Aynı şekilde manası bilinmeksizin Arapça’sının telaffuz edilmesiyle veya diğer bir ifadeyle kelimelerinin seslendirilmesiyle de Kur’ân’dan yararlanılamaz. Böyle yapıldığında Kur’ân okunmuş da olmaz, ona iman edilmiş de olmaz.
Kur’ân’ı okumak; manasını anlayarak okumak, üzerinde düşünmek, yaşamak ve bildirip-tebliğ etmek demektir.
Gerçek okumak böyle olunca, boğazdan aşağısına, kalbe ulaşmayan bir okumanın, değil kişiye küfre, isyana, tuğyâna ve günahlara karşı koyma gücü vermek, imanında sebat etmesi için yeterli gücü bile veremeyeceğine dikkat edilmelidir. Bu tür insanlar hakkında Rasûlullah’ın (s) bir hadisinde şöyle buyurulmaktadır:“Onlar Kur’ân okuyacaklar, fakat Kur’ân boğazlarından aşağıya geçmeyecektir: Onlar, okun yaydan çıktığı gibi imandan çıkarlar.”14
Aslında kişinin düşünce, ahlâk ve davranışlarında hiçbir değişiklik meydana getirmeyen ve onun Kur’ân’ın yasakladığı şeyleri yapmaya devam etmesini engellemeyen bir okuma, gerçek Mü’minin okuyuşu değildir.
Böyle bir okuyuş, kişinin nefs ve ruhunu ıslah edip güçlendirmez; aksine onu Allah’a karşı daha küstah, vicdanına karşı inatçı yapar ve karakterini tamamen bozar. Çünkü Kur’ân’ın ilâhî bir kitap olduğuna inanan, onu okuyup Allah’ın neler emrettiğini öğrenen; sonra da emirlerine karşı gelen kimsenin durumu, bilmediği için değil, kanunu çok iyi bildiği halde suç işleyen sanığın durumuna benzer.
Rabbimiz Kur’ân’ın imtihan olacağımız, sorguya çekileceğimiz Kitap olduğunu vurgulamaktadır: “Şüphesiz bu Kur’ân, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.15
Kendisinden hesaba çekileceğimiz imtihan Kitap’ı olduğu bu kadar açık biçimde ifade edildiği halde, “Müslümanım” diyenlerin neredeyse tamamına yakın bir çoğunluğu bu Kitap’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla, yâni bir imtihan Kitap’ı olduğu bilinciyle okumamaktadır. Hâlbuki kısacık dünya hayatında ilkokuldan üniversiteyi bitirene kadar, bir diploma almak ve bir meslek sahibi olmak için girilen imtihanlarda başarılı olmak için bir insan yardımcı kitaplar dâhil ortalama 300-400 civarında kitap okumaktadır.
Üstelik bu kitapların bilgilerini hafızasına nakşetmek için defalarca okuyup notlar almakta, gece uykularını bile fedâ edip büyük zaman ve enerji harcamaktadır. Kısacık dünyadaki hayatında geçimini nasıl temin edeceği endişesiyle, iyi bir mesleğim ve iyi bir kazancım olsun diye gireceği okul ve meslek imtihanları için bu kadar çok kitap okuyan ahmak insan, sonsuz âhiret ömrünün nerede ve nasıl (cehennemde mi, cennete mi?) geçeceğinin belirleneceği dünyadaki âhiret imtihanının bir tane olan Kitap’ını hakkıyla bir defa dahî okumadan ölüme yürümektedir.
Bilmeliyiz ki, anlamak, öğüt almak ve yaşamak; Kitap’a imanın ön şartıdır. Rabbimizin Kitap’ı indirme amacının da, insanoğlunun dünyada geçireceği imtihanın tek Kitap’ı olarak, anlaşılması, öğüt alınması ve hayata hâkim kılınması olduğu Kur’ân’daki birçok âyette açıkça ifade edilmiştir. Aslında Kur’ân’da “okuma” karşılığı olarak kullanılan “kıraat”, “tertîl” ve “tilâvet” kelimelerinin tamamı da anlayıp öğüt almayı ve yaşamayı/uygulamayı da kapsayan anlamda kullanılmıştır.
Manasını anlamadan Arapça kelimeleri seslendirme anlamındaki eylem ise Arapça’da okumak kelimesiyle değil “telaffuz” kelimesiyle ifade edilmiştir. Kur’ân’ı anlama, öğüt alma ve yaşama amacı gütmeksizin okuduğunu zannedenler aslında sadece Arapça kelimeleri seslendirmekte, telaffuz etmektedirler. Anlamadan, öğüt almadan okuyanların veya başka bir yolla da olsa Kitap’ın bilgisini elde edip yaşama çabası göstermeyenlerin, yani sonuç olarak Kitap’ın bilgisi doğrultusunda yaşamayanların “Kitap’ı inkâr” etmiş sayılacakları ve bunların hüsrana uğrayanlar, zarar edenler olduğu ifade edilmektedir. Kamer Sûresi’nde 4 defa tekrarlanan âyete göre, Kitap, herkesin anlayıp öğüt alması için kolaylaştırılmıştır: “Andolsun biz, Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?”
Buna rağmen Müslüman olduğunu iddia edenlerin tamamına yakın çoğunluğu öğüt almak için kolaylaştırılmış olan imtihan kitabını bir kez bile hakkıyla, yani anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumadan ölüme gitmektedirler. Rabbimiz bizlerin hidayet ve sırat-ı müstakim üzere ayalarımızı sabit kılsın, hidayetten ve hayat ve hidayet Kitabı Kur’an’dan uzak düşmüş olanların da bu büyük cehaletten kurtularak hidayete ulaşmalarına, hihayet ve hayat Kitabı Kur’an ile buluşmalarına bizleri vesile kılsın inşaAllah.
Dipnotlar:
1 Vecihi Sönmez, İslam Düşüncesinde Bilgi-İman İlişkisi, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 1
2 Araf 7/172-174.
3 Araf Suresi, 7/172.
4 Şems, 91/1-10
5 Rum, 30/30.
6 Ahzab, 33/72.
7 Tin, 95/1-5.
8 Tin, 95/6-8.
9 Rûm, 30/44.
10 Âl-i İmran, 3/138.
11 Mâide, 5/16.
12 Ankebût, 29/45.
13 Müzzemmil, 73/1-8.
14 Buhârî, Müslim, Muvatta.
15 Zuhrûf, 43/44.