Misyonerlik, dinler arası diyalog, yasaklar, baskılar ve Diyanet kıskacında bulunan Müslümanlar ve İslam, esas darbeyi, egemen sistemden ve kimi İslami cemaat, vakıf, dernek ve ilahiyatçı akademisyenlerden alıyor. Batının, İslam’ı ve Müslüman halkları sekülerleştirmeyi amaçlayan küresel projelerine ve bunun mütemmim cüz’ü olan misyonerlik faaliyetlerine hız verilen bir süreçten geçiyoruz. İşte bu süreçte, yerli egemenlerin, kimi cemaat, dernek ve vakıfların ve pek çok ilahiyatçı akademisyenin bu tür projelere destekçi konuma sürüklendiklerini ibretle izliyoruz. Bir çok cemaat, vakıf ve dernek, çeşitli hesaplarla, bu dönüştürme projelerine destekçi konumuna ve işbirliğine doğru savruluyor. Bu tür çevreler, Papalık, Kilise kuruluşları, Amerika, AB ve bunların çeşitli kurum ve kuruluşlarıyla ilkesiz ilişkiler kuruyorlar. Bir çok Müslüman aydın ve akademisyen, zaten bir süredir yaşadıkları değişimle sekülerleşme istikametinde kat ettikleri mesafeyi, elde ettikleri birikim ve tecrübeleri, çıkar karşılığında küresel güçlerin hizmetine sunma yarışına giriyorlar.
Dinler arası diyalog
Protestanlaştırmayı amaçlıyor
Bu tür çabaların başında gelen, “Dinlerarası diyalog” ve “hoşgörü” kamuflajı altında yürütülen projeler ve yapılan toplantılar ise, aslında bir Papalık projesi olup, bütün insanları kiliseye döndürmeyi amaçlamaktadır. Dinlerarası diyalog kavramıyla tanımlanan girişimin başlangıcı 1962-1965 yılları arasında gerçekleştirilen II. Vatikan Konsilidir. Bu konsili başlatan ise, Papa 23. Jon’dur. Papa II. Paul ise, 1991 yılında ilan ettiği Redemptoris Missio (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle diyordu: “Dinlerarası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır…. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.” Papa II. Jean Paul’ün 1999’da yaptığı Noel konuşmasında da şu iafadeleri kullanmıştır; “Birinci bin yılda Avrupa’yı Hıristiyanlaştırdık. İkinci bin yılda ise Afrika ve Amerika kıtasını. Üçüncü bin yılda hedefimiz Asya’dır.” Bu ifadelerden ve daha pek çok yayından da anlaşıldığı kadarıyla, büyük maddi güce ve dünya çapında büyük desteğe sahip Kilise, “Dinler arası Diyalog ve Hoşgörü” adı altında, artık öncelikle Müslüman halkları Hıristiyanlaştırmayı hedeflemekte, eğer bu sonucu elde edemeyecekse, hiç olmazsa İslam’ı sekülerleştirerek, hayata müdahale iddialarından koparıp içini boşaltarak, vicdanlara hapsedilmiş, Hıristiyanlık benzeri (Protestanlaştırılmış) bir İslam anlayışı oluşturmaya çalışmaktadır.
Papalığın İslam’ı alternatif olmaktan çıkarmak ve insanları Hıristiyanlık merkezli bir inanç etrafında toplamak üzere uygulamaya koyduğu “Dinler Arası Diyalog” ve Amerika’nın öncülüğünü yaptığı BOP benzeri İslam’ı ve Müslüman halkları dönüştürme projelerine uygun zemini oluşturmak için, kimi yerli cemaat, vakıf ve derneklerin faaliyet gösterdiklerini ibretle tespit ediyoruz. İşte bunlardan en önemlilerinden birisinin lideri olan F. Gülen’in, Papa’yı ziyaretinde sunduğu mektubundaki ifadeler bu konumu ortaya koyacak bir muhtevadadır:
“Pek muhterem Papa cenapları,
Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler Arası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik…… Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir.”
Bu mektupta da görüldüğü üzere, onlara tevhid dininin mesajı taşınmamakta, tam tersine onları meşru sayıp yücelten bir üslupla ve Müslüman kimliğini ise aşağılayan ezik bir tutumla, “Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere” adeta sığınılmaktadır. “Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik…” denilmektedir. F. Gülen’in kadrosundan Ahmet Şahin, Zaman gazetesinde yer alan bir yazısında: inançlarımız arasında “Tevhid-teslis”, “tevhid-şirk” farkı kadar büyük inanç ayrılığımız olduğu halde, İslam ve Ehl-i Kitap arasında amentü ittifakı olduğunu söyleyebilmiştir. “Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Çünkü Allah’ın gönderdiği kitapların hemen hepsinde tekrarlanan amentüdür: Allah birdir. Peygamberler haktır. Melekler vardır. Kitaplar gönderilmiştir. Ahiret vardır. Ölen insanlar bir gün dirilecek, yaptıkları iyiliklerin mükafatını, kötülüklerin de mücazatını göreceklerdir. Bu temel noktalar bir amentüden başkası değildir ve biz ehl-i kitapla bu amentüde müttefikiz. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz amentüyü öne geçirmiyor da ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Halbuki temelde ittifak varken teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir” diyebilmiştir. Kur’an’ın bir ayeti yanlış yerde kullanılarak, zihinler saptırılmaya çalışılmaktadır. Al-i İmran 64. ayetteki ortak kelimeye çağrı; tevhid dininin şirke bulaşmış Hıristiyan ve Yahudilere tebliğini amaçlamaktadır. Kitab ehlinin üzerinde bulundukları akıdenin şirke bulaştığı açıkça ifade edilip, Allah’dan başkalarını Rabb’ler edinmemeye ve dinlerinin kaynağında var olan tevhid akıdesine dönmeye çağrı yapılmaktadır. Yoksa onların üzerinde bulundukları bozuk akıdeye meşruiyet kazandıracak bir üslupla, “onların kitaplarını tahrif etmeleri, peygamberlerini ve ruhbanı ilahlaştırmaları” göz ardı edilip, bunlar bugün dikkate alınmaması gereken teferruat olarak nitelenip, ametüde müttefik olunduğu vurgusu yapılmamaktadır.
Kitap Ehlinin bugün sahip olduğu akıde şirki içerdiği halde, bu konuda bir tebliğ ve uyarı yapmadan, onlarla akıdede, amentüde müttefik olduğu nasıl söylenebilir? İsa’dan sonra 325 yılında İznik Konsilinde hazırlanan ve bugünkü Hıristiyan mezheplerinin hemen hemen tamamınca benimsenen Hıristiyanlık amentüsünde ve inanç bildirisinde aynen şunlar yazılıdır: “Ben, yeri ve göğü yaratan Baba Tanrıya ve efendimiz olan O’nun biricik oğlu İsa’ya, Ruhul Kudüsten gebe kalana ve bakire Meryem’den doğana, onun çarmıha gerildiğine, cehennemlere indiğine, üçüncü gün tekrar canlandığına, oğul Tanrının göklere çıkıp Baba tanrının kucağına oturduğuna, Ruhul Kudüse, Mukaddes Katolik Kilisesine, insanın kurtuluşunun yalnızca Tanrı Mesih’e iman etmekle gerçekleşeceğine, azizlerin cemaatine inanırım.” İslam amentüsünün Kur’an’da açıkça ifade edilen esaslarına rağmen, Kitap ehliyle amentüde ittifakımızın olduğunu iddia etmek, Allah’a ve İslam’a büyük iftira ve dinde, akıdede büyük bir tahrifat değil de nedir?
Fethullah Gülen, Zaman’da yayınlanan röportajında da, Said Nursi’ye atıfla şunları söylüyor: “Hıristiyanlarla medar-ı münakaşa meseleleri bahsetmemek lâzım. Anlaşma, uzlaşma düşünüyorsanız bunları konuşmamak lazım. Diyalog çabasındaki insanlar da o istikamette hareket ediyorlar.” Gülen “İbrahimi dinler” tabirinden rahatsız olmamak gerektiğini de ifade ederek, “o peygamberin ismi altında bir yerde platform oluşturmak, birlik düşüncesini tahlil etmek için çalışılıyor” açıklamasını yapıyor.
Halbuki Hak bâtılı zail etmek, yok etmek üzere gelmiş olup, Hak ile bâtıl arasında bir diyalog, hoşgörü ya da uzlaşma söz konusu olamaz. Allah’ın dini olan İslam tek olan Hak dindir. İbrahim, İsa, Musa ve Muhammed (s)’in dini aynı Hak din olup adı da İslam’dır. Ancak, daha sonra tahrif edilerek Yahudilik ve Hıristiyanlık adını alan dinler artık bâtıl dinler safına katılmışlar, Allah’ın tevhid dini olma niteliklerini kaybetmişlerdir. O halde Allah katında makbul olan din yalnızca İslam’dır. Allah Kur’an’da bu konuları, tartışmaya imkân bırakmayacak bir netlikle açıklamakta ve Müslümanları Ehl-i Kitabın saptırmalarına karşı uyarmaktadır. Kitap Ehl-i de tek hak din olan İslam’a iman etmeye çağrılmışlar ve kendilerinden İslam’dan başka bir dinin kendilerinden asla kabul edilmeyeceği açıkça bildirilmiştir. Kur’an’da İnsanlar, Yahudi ve Hıristiyan olmamaya, Hıristiyan ve Yahudi olmayıp hanîf olan İbrahim’in dinine uymaya, aralarında fark gözetmeksizin bütün peygamberlere ve onlara indirilenlere iman etmeye çağrılmışlardır.
Kur’an’da, hak din İslam dışında diğer bütün dinlerin bâtıl olduğu, Ehl-i Kitab’ın, kurtuluşa erebilmeleri için son kitaba ve peygambere iman ederek, Müslümanlardan olmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Üstelik, Hak din olan İslam’ın diğer dinlerle uzlaşarak onlara meşruiyet kazandırmak üzere değil, gayr-i meşru sayılan bütün diğer dinlere üstün gelmek üzere indirilmiş olduğu açıkça ifade edilmektedir. “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter”.
Dinler arası uzlaşma, Kur’an’da kesin hükümlerle yasaklanmış, Hak ile Bâtıl arasında ayrışmanın, uzaklaşmanın, uzlaşmamanın önemi yine kesin bir biçimde vurgulanmıştır. Batılla diyalog ve uzlaşma arayanlar, onun izale edilmesi gereken küfrünü devam ettirmesine meşruiyet kazandırmak ve Allah’ın ölçülerine aykırı davranmak konumuna sürüklenirler. Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanları veli (dost) edinmeyi yasaklamakta, onların bir takım sözlerine ve politikalarına kanarak meyledenleri, “siz onların dinine uymadıkça kesinlikle sizden razı olmazlar” hükmünü vazederek uyarmaktadır. İşte bu muhkem hükümleri göz ardı ederek dünyevi kimi beklenti ve maslahatlarla, bu muharref dinlerle uzlaşmaya gidenler için, Allah’ın hükmünün hikmeti, ibret verici bir açıklıkla tecelli etmektedir. Bu uzlaşmacılar, diyalogcular, sonuçta, giderek Allah’ın dini İslam’a dair anlayışlarını tahrif ederek, sekülerleştirerek, pozitif hukuka uyumlu Protestanlaştırılmış bir din haline getirerek, onların razı olacağı zelil konumlara sürüklenmektedirler.
Tek Hak din olan İslam’ı, korunmuş son kitabı ve son Peygamberi inkâr ederek, hakaret ederek, şeytanın yolu olarak niteleyenlerle, üstelik bu sapkınlıklarına ve küfürlerine, Gülen’in yukarıda alıntılanan tutumunu takınıp, sessiz kalarak diyalog ve uzlaşma arayanların, Yahudilik ve Hıristiyanlığı “İbrahimi dinler” olarak nitelemeleri, Kur’an’a ve İbrahim (as)’a büyük bir iftirada bulunmak ve Allah’ın muhkem ayetlerine karşı gelmek anlamına gelen bâtıl bir tutumdur.Allah Kur’an’da, İbrahim (as)’ın Yahudi ve Hıristiyanlardan beri olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Kitap Ehli, Allah katından indirilen kitaplarını ve tevhid dinini tahrif ederek, Peygamberlerini, rahip ve bilginlerini ilah edinerek şirke bulaşmışlar, kâfirlerden olmuşlardı. “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi”. Bütün bu uyarılara rağmen, hâlâ onları “İbrahimi” din olarak niteleyip, meşrulaştırmak ve onlarla uzlaşmaya kalkışmak Allah’ın tevhid dinini tahrif etmekten başka bir anlama gelmeyecektir. Kitap ehline din alanında önerilecek tek şey, onları, menşelerinde var olan, kaynaktaki temel ilkeyi ve aramızdaki ortak kelimeyi teşkil eden “tevhid” kelimesine davet etmektir. Ve Allah Resulünün (s)Kitap Ehli’ne yönelik davet mektuplarında ve görüşmelerinde yer verdiği şu ayet ışığında onları tevhide çağırmaktır. “(Resûlüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz Müslümanlarız! deyiniz.” Görüldüğü üzere bu ayette, Kitap Ehlinin sapmalarına, Allah’tan başkasına tapmalarına, Allah’tan başkasını ilah edinmelerine vurgu yapılarak, bu sapmadan dönmeye ve tevhidde buluşmaya bir çağrı söz konusudur. Bu davete icabet etmeyip yüz çevirdiklerinde ise; Rabbimiz, Müslümanlara, onlardan ve sapkın akıdelerinden beri olduklarını ve aralarındaki bu temel akıdevi ayrışmanın varlığını vurgulamalarını emretmektedir. Yoksa bu akıdevi farklılıkları teferruat addederek, “öne çıkarmayarak” “amentüde müttefik olduklarını” söylemeyi değil.
Böyle bir davet dışında kurulacak başka bir dini ilişki türü, özellikle de onların sapmalarına, tahrifatlarına sessiz kalarak uzlaşma aramayı esas alan ilişki türü, onlara ve bâtıl akıdelerine meşruiyet kazandıran bir fonksiyon ifa edecektir ki, bu tutum bâtıl bir tutumdur. Ancak, dinler arasında onlara meşruiyet kazandıracak böyle bir ilişki kurulması mümkün değilken, dinlerin müntesipleri arasında insani ilişkiler kurmak tabii ki mümkündür. İnsani ilişkiler, komşuluk ilişkileri, barış içinde, birbirine saldırmadan ve zulmetmeden yaşamanın imkânlarını oluşturmaya yönelik, insani, fıtri erdemleri ve değerleri öne çıkaran ilişkiler tabii ki, İslam’ın adalet ilkesi gereğince kurulabilecek, savaşçı olmayanlara iyilik ve adaletle muamele yapılabilecektir.
Ancak verilen örneklerden de anlaşılacaktır ki, Kitap Ehli ile kimi cemaat önderlerince kurulan ilişki tam da, Allah’ın dininin müsaade etmediği, Kur’an’a aykırı bir ilişki türü olup, bâtılı yücelten, meşrulaştıran, “Allah’ın dini”, “İbrahimi dinler”den sayan, Allah’ın dininin sekülerleştirilmesine, Protestanlaştırılmasına katkı sunan, tahrif edici ve saptırıcı bir boyutta gerçekleştirilmektedir. Sonuçta, Türkiye’de oldukça yaygın faaliyetleri olan kimi cemaatlerin lider kadroları, aydınları, kanaat önderleri bile, Papalığın ve Batının İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme projelerinin emrinde bir figüran gibi çalışabilmektedirler. Pek çok Müslüman aydın, entelektüel ve önder, dünyevi hesaplarla Batılıların Müslüman halkları sekülerleştirme, İslamı “Protestanlaştırma” projelerinin gönüllü hizmetçiliğini yapabilecek savrulmaları hem de yaygın bir biçimde yaşayabilmektedirler.
Abant Platformlarının
dönüştürücü etkisi
Bir cemaatin yan kuruluşu olan “Yazarlar ve Gazeteciler Vakfı”nın düzenlediği “Abant Platformu” toplantıları, bu tür sapma ve savrulmalara elverişli ortamları hazırlayıp, sürekli teşvik edici bir rol oynamıştır. Pek çok Müslüman aydın ve ilahiyatçı akademisyen, yıllardır sürdürülen bu platformların oluşturduğu kaygan ortamlarda savrularak, tarihselciliğe, İslam’ı sekülerleştirmeye, pozitif hukukla uzlaştırmaya doğru kaymışlardır. İdeolojik menşeli Batılı kavramlarla, bu bağlamda laiklik ve demokrasiyle İslam’ı uzlaştırmaya, kitaplarını tahrif etmiş olan muharref dinleri meşrulaştırmaya doğru sapmışlardır.
Abant toplantılarının amacı, bu cemaatin önde gelen yazarlarından birisi tarafından şöyle özetlenmiştir: “Farklılıkların karşılıklı olarak törpülenip, herkesin sivri taraflarını yuvarlaklaştırmak suretiyle anlaşmaları ve ortak bir metne imza koymaları… Sivriliklerin “Öteki”ne batmaması ve “O”na hayatı zehir etmemesi için törpülenmesi…” İslam’ın dinde uzlaşmayı, taviz vermeyi ve muhkem naslar alanında farklı görüş beyanını yasaklamasına, üstelik böylesine sapmaları büyük azap sebebi saymasına rağmen, her din ve inanç sahiplerinin diğerine aykırı gelen yanlarını “törpülemesi”, “yuvarlaklaştırması” esas alınınca, sonuçta İslam’ın seküler değerlerle, laiklik ve demokrasi ile uzlaştığını iddia etme sapmasına çok kolayca ulaşılabildi. Abant toplantılarının önde gelen siması Prof. Mehmet Aydın bu toplantıları değerlendirirken şunları söylüyordu: “Abant Toplantısı İslam ve Laiklik çalışması’nda birleştirici zekanın nadirattan rastladığımız kurumsal düzeyde bir örneğini sundu…. farklılıklarımıza rağmen aynı ufka bakabileceğimizi gösterdi…” Temel ve uzlaşmaz farklılıklara rağmen, İslam’ın laiklikle uzlaştığı işte bu toplantılarda ortaya konmaya çalışılmıştı.
Bu toplantılar zaman zaman günah çıkartma mahalli fonksiyonu da görüyor, kimileri geçmişlerinden utandıklarını, “demokratik tevbe” yaptıklarını ifade ediyordu. Böylece seküler değişim günah çıkarma ritüelleriyle meşrulaştırılarak mesafe alıyor, yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu.
Son Abant toplantılarından birisi, en büyük müstekbir gücün ev sahipliğinde Washington’da diğeri ise Brüksel’de yapılmıştı. Bu toplantılarda, İslam’ı ve Müslüman halkları dönüştürme projelerini hazırlayan, İslam’la savaşan Batılı stratejistlerle stratejik ittifaklar geliştirilmiş, dayanışma içine girilmiştir. İslam’ı tehdit ve düşman ilan ederek küresel saldırılar başlatan küfrün temsilcilerinin açış konuşmasını ve ev sahipliğini yaptıkları bu toplantılarda, İslam’ın, Batının istediği istikamette sekülerleştirilmesine dair projeler ve bu konuda Türkiye’nin model ülke olması konuları ele alındı. Johns Hopkins Üniversitesi işbirliğiyle İleri Uluslararası Araştırmalar Bölümü’nde (SAIS) düzenlenen Washington toplantısının açış konuşmasını, İslam’a ve Müslüman halklara yönelik dönüştürme ve saldırı projelerinin altında imzası olan Pentagon stratejistlerinden siyaset bilimci Francis Fukuyama yapıyordu.
Bu toplantıları takip ve tasvip eden, övgüyle gündemine alan liberal yazar Taha Akyol ise, Abant toplantıları hakkında şu tespitleri yapmaktadır: “Gülen hareketinde derin bir dini vecd ile birlikte, geleneksel İslami ilimler çağdaş bilimle ve özgürlük, eşitlik, diyalog, çoğulculuk gibi modern değerlerle meczediliyor; devlet sistemi olarak liberal bir laiklik benimseniyor. Abant Toplantıları, bunun örneklerinden biri.”
Bütün bu tespitler, yapılan toplantıların konuşmacılarının niteliği, konuşmaların içeriği de göstermektedir ki, Batı, kendi sapkın seküler değerleri üzerine bina ettiği sapkın medeniyetinin sonunu getirecek potansiyele sahip tek din olarak gördüğü İslam’ı, kendi değerlerine uygun sekülerleşmiş, Protestanlaşmış bir din haline dönüştürmek istemekte ve bu konuda TC devletini, kurumlarını ve sekülerleşme konusunda oldukça cesur adımlar atan Türkiye’deki kimi “cemaatleri” gönüllü destekçiler olarak yanında bulmaktadır. Bir takım “Müslüman”(!) STK’ları, tarihselcilik ve sekülerleşme konusuna teşne “liberal-modern İslam” sapmasını yaşayan aydın ve akademisyenleri de çok yönlü kullanmak istemektedir. Bu konuda ciddi bütçeler tahsis edilmekte, pek çok toplantılar tertip edilmekte, ödüller dağıtılmakta ve bu işbirliğine yanaşanlara çeşitli çıkarlar sağlanmaktadır.
Abant toplantıları vb. uzlaşma zeminlerinde, yerli ve uluslararası boyuttaki İslam düşmanlarıyla, İslam’ı ve Müslüman halkları dönüştürmek için seferber olmuş emperyalist güçlerle kurulan yakın ilişkiler ve varılan uzlaşmalarla, bu toplantıları tertip edenler, katılanlar ve takipçilerinde büyük dönüşümler yaşandı, yaşanıyor. Söz konusu uzlaşma ve dönüştürme projelerinin işbirlikçisi ve yerel boyuttaki önderi konumundaki bir cemaat liderinin, İslam düşmanlarına hoşgörü ödülleri dağıtırken, onlarla uzlaşmayı, işbirliğini ve dayanışmayı esas alırken, tevhidi inanca sahip Müslümanları ise, merhametsiz bir saldırganlık ve taassupla dışlamayı ve müstekbirlerin jargonlarını kullanarak mahkum etmeyi esas aldığı ibretle izlenmektedir.
Sekülerleşmeyle, ulusçu bir “yerli İslam”
üretilmek istenmektedir
Diğer yandan, seksen yıldır İslami kimliği yok etmeye çalışan, baskı ve yasaklarla Müslümanları ezen laik ulus devletin ise bu tür önderler tarafından, eleştirilmek bir yana sürekli takdir ve tasviple korunmaya çalışıldığını görüyoruz. Ulusçuluğun meşrulaştırılarak İslam’ın içine katıldığını, Türk-İslam sentezine benzer eklektik bir din algısı ile “Türk İslam’ı” nevinden resmi din anlayışının olumlanarak, açılan okullar vasıtasıyla yaygınlaştırılmaya çalışıldığını ve bunun açıkça itiraf edildiğini tespit ediyoruz. Gülen oluşturduğu hareketi; “…kendi duygu ve düşüncemizin, Türk felsefesinin önce Türkiye’de oturması için çalışma, sonra da dünyaya tanıtma adına gönüllüler hareketi..” olarak tanımlamaktadır. Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök de, Gülen’le yaptığı mülâkatta “ Sizce din mi daha önemlidir, yoksa Türklük mü’’ sorusunu sorduğunu ve bu soruya karşılık; “Türklüğe çok bağlı olduğunu hissettiren bir cevap” aldığını gazetedeki köşesinde ifade etmiştir.
F. Gülen; bu hareketin İslami, tevhidi bir hareket olmaktan ziyade, bir Türk kültürünü yaygınlaştırma hareketi olduğuna sık sık vurgu yapmakta ve şunları söylemekte; “Eğer bu mesele bir iman meselesiyse, Türk milletinin birkaç bin yıllık, -çok iyi bir açılma dönemi yaşanmış olması bakımından bin yıllık kültürünü tanıtma adına, ancak gönüllü kahramanların yapabileceği bir meseleyse, Türk dilini bir dünya dili haline getirme meselesiyse şayet…..” ifadelerini rahatlıkla kullanmaktadır. Bu Türk ulusçuluğunu ve birkaç bin yıllık (İslam öncesi dönem de kutsanmaktadır) Türk kültürünü yayma misyonu hareketin en belirleyici yanını teşkil etmektedir. Nitekim, Gülen “Küçük Dünyam” adlı eserinde kendisinin bir “Türk milliyetçisi” olduğunu vurguladıktan sonra, Said Nursi’nin Kürt olduğunu ilk duyduğunda büyük tepki gösterip, yanına gitmekte tereddüt ettiğini bile ifade etmektedir. Bu Türkçü hareket, başka ırklara müntesip öğrencilerin bile, Müslümanlaşmasından ziyade, Türk ulusuna yardımcı olmak bilinci ve Türk sevgisiyle yetiştirilmesine büyük özen göstermekte ve böyle bir sonucun bu öğrenciler tarafından izhar edilişi, Fethullah Gülen’i çok duygulandırmaktadır. Bu hususları Gülen şöyle ifade etmektedir; “St. Petersburg’da mezuniyet töreninde bir Rus talebeye, “Büyüyüp bir yere geldiğin zaman ilk defa ne yapmak istiyorsun?” diye soruyorlar. –Televizyon karşısında hıçkıra hıçkıra ağlamıştım- Çocuk, “Türk Milleti’ne yardımcı olmayı düşünüyorum” diyor. Düşünün Afrika’dan, Avrupa’ya, Balkanlar’dan belki Amerika’ya kadar çok geniş bir coğrafyada Türk sevgisiyle yetişen bir çok insan var.”
Türkçü bir kültürle ve Türk ulus devletle bütünleşme o kadar ileri boyutlardadır ki, bu İslam dışı sisteme dini kullanması bile tavsiye edilmektedir. “Dinin, fertleri kıvama erdirme, aile ve toplumu düzene sokma, vicdanlara hükmederek kalplerin kapısını aralama ve bu yolla önü alınamayacak bir çok kötülüğü önleme hususunda dinin sahip olduğu yenilmez güce (devletin – MP) ihtiyacı vardır. İyi bir din eğitimi ile devlet bu gücü arkasına almaya bakmalı.” Böyle bir yaklaşımla, yani vicdanlara din duygusunu yerleştirerek devlet düzenini güçlendirmek ve kötülükleri engellemek, “asayiş ve emniyetin teminini kolaylaştırmak” üzere, dini laik devletin kullanımına sunmak esas alınınca, Kenan Evren’in tam da bu amaçla 1982 anayasasına koyduğu, “din ve ahlak kültürü” derslerinin zorunluluğu hükmünün onu cennete götürmeye yetecek bir amel olduğuna inanmak doğal bir sonuç olacaktır.
İşte bu tür ulusçu kirliliklerle mâlül ve sekülarize edilmiş, laiklikle ve egemen küresel emperyalist sistemle de uyumlu hale getirilmiş din anlayışı için, Gülen’le yakınlığına da dikkat çekilen Utah Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hakan Yavuz, “Bir Türk Protestanlaşması ve Türk Siyonizmi’dir” tanımını kullanıyor ve Gülen’in, Türk burjuvazisinin ihtiyacı olan İslam’ı üretme çabasında olduğunu savunuyor. Hakan Yavuz’a göre: “Gülen hareketi, dinin ve Tanrı’nın; kapitalizmin ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre, Türk burjuvazisini güçlendirmek için yeniden yorumlanmasıdır”. Yine Yavuz’a göre; “Turgut Özal’la başlayan İslam’ın Protestanlaştırılması süreci, AKP muhafazakârlığı ve Gülen hareketiyle tamamlanmıştır.”
İlahiyatçı akademisyenlerin sekülerleşmeye
Katkıları; çağdaş fitne tarihselcilik ve Rölâtivizm
Uzun zamandır ve özellikle de 28 Şubat sürecinde, MGK’ya bağlı olarak ve bir generalin başkanlığında ilahiyatçı akademisyenlerden oluşturulan, Allah’ın dinini resmi ideolojiye uygun yorumlama çabaları, Batının sekülerleştirme projelerinin destekleyicisi olarak gündeme gelen Abant toplantıları ile yeni boyutlara ulaştırıldı. Ve tüm bu çabalar, ibret verici büyük sapmaların toplum nezdinde meşrulaştırılmasına katkı sağladı. İslam’ı Protestanlaştırma, sekülerleştirme çabalarına katkı sunan kimi ilahiyatçı akademisyenlerce MGK ve Cumhurbaşkanlığına sunulan raporlarda, İslam’ın laiklikle uzlaşan, hatta örtüşen bir din olduğu ispat edilmeye çalışıldı.
Bu konuları işleyen, İslam’ın laiklikle uzlaştığını, başörtüsünün Kur’an’da yer almadığını ve farz olmadığını iddia eden, toplumsal hayata müdahale iddiaları olmayan bir din oluşturmaya yönelik düşüncelerin yazılı olduğu, “İslam Gerçeği” isimli bir kitap bu tür ilahiyatçılar tarafından yayınlanmış ve İslam’ın hakikatini saptıran bu kitaptan yüz binlercesinin ücretsiz dağıtımı temin edilmiştir. Seyyid Kutub’un tefsirinin tercümesini yapanlardan ve başlangıçta tevhidi duyarlılığı yüksek olarak bilinen bir ilahiyatçı profesör bile Abant toplantılarına katıldıktan sonra büyük bir değişime uğramış ve laiklikle ilgili bir oturumda şunları söyleyebilmiştir; “Allah’ın hakimiyet meselesini biz inkâr edemeyiz. Kâinatta güç olan Allah’tır; ama bu kozmolojik bir hakimiyettir….. laikliği eğer evrensel normlar içinde algılayacak isek ve bu algılama içerisinde de, Türkiye’de de bir laik anlayış geliştirilmek isteniyorsa, bana göre İslam nokta-yı nazarından önümüze çıkacak bir engel yoktur.” Söz konusu toplantılarda, Allah’ın hakimiyeti konusu kozmik hakimiyetle sınırlanırken, “hakimiyeti kayıtsız şartsız insanlara veren” laik-demokratik yaklaşım İslam’a uygun addedilip meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. İslam hukuku ile laik-pozitif hukuk arasında aykırılık bulunmadığı, tam bir uyum olduğu, Hz. Ömer’in bazı içtihadi uygulamaları istismar edilip, bağlamından saptırılarak ve tarihselci bir yaklaşımla, muhkem ayetlerde vazedilen hükümlerin tarihe ait olduğu, bugün değiştirilebileceği iddia edilerek, ispatlanmaya çalışılmıştır. Sonuçta, Kur’ân’ın evrensel hükümleri, yerel ve uluslar arası müstekbir güçlerin, egemen sistemlerin hevalarına uydurulmaya, bugün ısrarla sürdürülen küresel dönüştürme, sekülerleştirme projelerinin arzu ettiği elverişli zemin oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu sebeple, hem egemen laik sistemiyle, hem de sekülerleşmeye teşne cemaat, vakıf, dernek, akademisyen ve aydınlarıyla Türkiye, bu tür küresel dönüştürme projelerine en elverişli ülke olması bakımından, model olarak öne çıkarılmaya ve bu kurumlar, kişiler ise bu amaçla kullanılmaya çalışılmaktadır.
Kimi İslami cemaat, vakıf, dernek ve aydınlar, akademisyenler bakımından yaşanan bu büyük değişim ve İslam’ı egemenlerin istediği doğrultuda değiştirme çabaları, Kur’an’ın inzal olduğu dönemdeki bir olayı hatırlatmaktadır. Allah Rasulü (s)’ne, o günün şirk yönetimleri ve önderleri de, “Ya bundan başka Kur’an getir veya bunu değiştir” teklifiyle gelip, sistemlerine ve batıl inançlarına zarar vereceğine inandıkları hususlarda Kur’an’ın değiştirilmesini istiyorlardı. Rasulullah (s) ise, kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerin de esas alıp takip etmeleri gereken bir tavrı ortaya koyuyor, aşağıdaki ayette yer alan muhteşem ve onurlu cevabı veriyordu: “Onu kendiliğinden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben bana vahy olunandan başkasına uymam. Çünkü Rabb’ime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım” Hepimizi bağlayan bu ilkeli ve izzetli tutumu terk edenlerin, Abant toplantılarında laiklik ve demokrasiyi Kur’an’la uzlaştırma ve resmi ideolojiye meşruiyet kazandırma çabalarının ne anlama geldiğini herkes iyice akletmelidir.
Bugün giderek yaygınlaşan kimi modern hurafeler, İslam’ı sekülerleştirmenin önemli vasıtaları olarak öne çıkarılmaktadır. Bunlardan ikisi de, Tarihselcilik ve görelilik iddialarıdır. Bu sapmalarla, bilimsellik zırhı altında ya Kur’an’ı tarihi gömerek bugüne hitap etmekten, müdahale etmekten alıkoymak, ya da Kur’an hükümlerinin muhkem olanının bile herkesçe göreli bir biçimde farklı anlaşılacağı iddiasıyla ortak bir Kur’an anlayışında, ortak bir paydada buluşmayı engellemek istemektedirler. Kur’an anlayışını bulandırmak ve Kur’andan istifade edilmesini engelleyerek Kur’anla bugünün toplumuna ve tarihe yeniden müdahale edilmesinin önünü kesmek amacıyla ortaya atılan bu saptırıcı teoriler, Batı emperyalizminin kullandığı ve destekleyip, finanse ettiği akademisyenler tarafından yaygınlaştırılmaktadır.
Bunlardan bir örnek olan Hasan Hanefi, “İslam, yeryüzünün her bir yerinde, her bir toplumda ve her bir kültürde, oranın hususiyetlerine göre şekillenir” diyerek, bugünün yerlilik adı altındaki ulusal İslam çabalarını ve Allah’ın dinini sekülerleştirme, Protestanlaştırma projelerini desteklemektedir. Hristiyan, Yahudi, putperest ve laikler de dahil bütün hepsinin İslam ümmetini oluşturduklarını ve bunların hepsinin fıtrat dini olduklarını, aralarındaki farkın özde değil, sembol, ayin ve fiili tatbikatta olduğunu ifade etmektedir. Şeriat ile çağdaş laikliğin tabii İslamın bir parçası olduklarını, laiklik ile İslam, şeriat ile aydınlanmanın idealleri arasında fark olmadığını beyan etmektedir.
Bu tür sapkın görüşler, hiç şüphesiz Kur’an’ı tarihselcilik iddiaları ile tarihe gömmeye kalkanların oluşturduğu, muhkem hükümlerin tamamının (tevhid ve gayb haricindeki bütün hükümlerin) tarihe ait olup, bugün değişmeye mahkum olduğu tezinin oluşturduğu, sabite kabul etmeyen kaygan zeminlerde yeşermektedir. Zaten, modernizmin karşısında duyulan aşağılık kompleksi ile varılmak istenen nokta da tam burasıdır. Batının ve yerli işbirlikçilerinin elde etmek istedikleri sekülerleştirme, Protestanlaştırma hedefine de, ancak bu yaklaşımın esas alınmasıyla ulaşılabilecektir. Sonuçta ulaşılmak istenen amaç, İslam’ı insanın ürettiği pozitif hukuk ve laiklikle özdeşleştirmek, muhkem hükümleriyle Kur’an’ın bu günkü topluma müdahalesini engellemek ve egemen sistemi rahatlatmaktır.
Kur’an’ı doğru okumayı ve doğru anlamayı, yeterli istifade ile hayatı Kur’an’ın değişmez muhkem hükümlerine göre inkılaba uğratmayı, Kur’an’ı hayata değil de hayatı Kur’an’a uydurmayı engellemek, ümmetin ortak bir Kur’an anlayışında bütünleşmesi ve yeniden ayağa kalkma çabalarını akamete uğratmak amacıyla ortaya atılan bir diğer fitne de “görelilik”, “izafilik” tir. Rölativizm: Mutlak bir Kur’an bilgisi olamayacağı, herkesin kendisine göre farklı bir Kur’an anlayışının olacağı, herkesin Kur’an’ı farklı anlayacağı iddiasıdır. Kur’an’ın çok farklı biçimlerde anlaşılabileceğini ve hangi anlamın daha doğru olduğunun bilinemeyeceğini savunmak, Kur’an’ın hiçbir anlamının olmadığını iddia etmek demektir ki, böyle bir söz bir Müslüman tarafından söylenemez. Çünkü Kur’an’a iman etmek demek onun bir anlamının olduğunu ve bu anlamın muhatap tarafından algılanıp kabul edildiğini ikrar etmek demektir.
Göreliliğin oluşturacağı anlamsızlık ve belirsizlik ortamında her tür düşüncenin İslam adına ortaya atılabilmesinin kapısı ardına kadar açılmış olacak ve bid’at ve hurafeden bahsetmenin de imkanı kalmayacaktır. Çünkü hiçbir iddia ve düşüncenin dinde olmadığı söylenemeyecek, herkes kendi önyargılarıyla istediği şeyi dinden sayabilecektir. Kur’an’ı ortadan kaldırmaya güç yetiremeyenler, onu bir anlamsızlık, belirsizlik, rölativizm boşluğunda işlevsiz hale getirmeye çalışmaktadırlar. Böylece, Kur’an, ya tarihselci yaklaşımlarda olduğu gibi, belli bir döneme ve tarihe hapsedilerek, bugün için “referans” olmaktan çıkarılmaya çalışılmakta ya da bugüne de getirilse anlamı belirsizleştirilerek suskun ve bir şey söylemeyen, yahut da “pozitif hukukla uyumlu şeyler söyleyen” bir kitap kılınmak istenmektedir.
İslamı ve Müslümanları sekülerleştirme
projelerine hizmet eden vakıf ve dernekler
Bu bağlamda, İslami ölçüler içinde insan hakları mücadelesi vermek üzere, son derece net bir İslami kimlik ve ilkeler çerçevesinde kurup faaliyete geçirdiğimiz Mazlum-Der bile, söz konusu savrulma süreçlerinde istikametini koruyamamıştır. Ve bugün gelinen noktada söz konusu Batı menşeli dönüştürme projelerinin bir unsuru haline gelebilmiştir. Başlangıçta referanslarını; başta Kur’an ve sahih sünnetin ilkeleri, pratiği ve İslam tarihinin sahih uygulamaları oluşturuyordu. Açık bir İslami kimlik ibrazı ve net bir İslami söylemle, tevhid eksenli bir insan hakları mücadelesi, çifte standartsız, dürüst ve adil bir uygulamayla gündeme getirilmişti.
Ancak zamanla Mazlum-Der’e egemen olan zihniyet; ilkesiz ve kimlik zaafı taşıyan yönelimleri ve çevreden etkilenen bulanık, net olmayan İslam(!) anlayışlarının doğal sonucu olarak, İslami kimliği ve İslami referansları belirleyici olmaktan çıkaran, batı ölçülerinde, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”, “AGİK”, “Helsinki Sözleşmesi” ve egemen anayasalar çerçevesinde, “demokratik insan hakları” anlayışına doğru savruldu ve bunu da açıkça ifade etmekten çekinmedi.
Mazlum-Der için artık demokratik ve seküler bir insan hakları mücadelesi esas olmuştu. İnsan hakları, kavram, referans ve ilkeleri Kur’an’ın belirleyiciliğinden soyutlanarak “batı” referans ve değerlerine tabi kılınmıştı. Sonuçta, insan hakları mücadelesi, Kur’an ölçüleri içinde sürdürülmediği, hakların tanımı ve ölçüsü sadece Kur’an hükümlerine dayandırılmadığı için de, Allah’ın rızasını kazandıracak bir “ibadet” olmak yerine, seküler, demokratik bir faaliyet hüviyetini kazanmıştı.
1993’lerden itibaren başlayan bu savrulma, her aşamanın kanıksanarak aşılması sonucunda bugün başlangıçla zıt kutup oluşturacak konumlara sürüklenilmiştir. 1993 yılında “Helsinki Yurttaşları” tarafından hazırlanan seküler bildiride yer alan, “neyin doğru neyin yanlış olduğunu yargılamak için bağımsız aklımız ve özgür vicdanımız yeter. Bunları her türlü bağın önüne geçirmemiz gerekir” ifadesi altına imza atılması ve bu tür tercihlerle giderek vahyin belirleyiciliğinden uzaklaşılması, bir Genel Kurulda “Mazlum-Der’in, İslami mücadelenin ve İslami tebliğin aracı olmaktan çıkarılması ve İslami kimlikten soyutlanması” gerektiğinin ifade edilmesi, “her şeyi dinselleştirmek, İslami’leştirmek gibi bir hastalığımız var. Derneğin faaliyetlerini dine dayandıramayız…” açıklamasına gerek duyulması, Mazlum-Der’deki değişimin istikametini ortaya koyan işaretler olmuştur. Sonuçta, “insan hakları mücadelesi ile din birbirine karıştırılmamalı, ikisi ayrı alanlardır” gibi sözlerde somutlaşan, İslam dininin akıdesine ve temel hükümlerine aykırı bu söylemlerle sekülerleştirilmeye çalışılan Mazlum-Der, bu savrulma süreci sonunda ve bugün gelinen noktada artık tanınmaz hale gelmiştir.
Gottfried Plagemann adındaki yabancı bir araştırmacının, “Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik” ismini taşıyan kitapta yer alan aşağıdaki tespitleri de, Mazlum-Der çizgisindeki bu büyük kırılmayı ve İslam’dan seküler insan haklarına doğru gerçekleştirilen büyük savrulmayı, tabii ki olumlayarak, daha 2001 yılında tespit etmektedir. Mazlum-Der’in İslami kimlikli bir insan hakları mücadelesi vermek üzere kurulduğunu, İslami referansları belirleyici kıldığını, ancak ilk Genel Başkan’dan sonra bu çizgisini terk edip sekülerleştiğini ifade eden yazar “Kurucu Başkan Mehmet Pamak, Mazlum-Der adına İslami bir insan hakları anlayışını temel alıyordu” tespitini yapmaktadır. Söz konusu kitapta, daha sonraki değişime de şu şekilde değinilmektedir: “Ne var ki … Mazlum-Der’in bugünkü pratiğinde…. bu noktalar önemli yer tutmamaktadır. Uluslar arası düzeyde tanımlanmış insan haklarını esas almaya yıllar geçtikçe daha fazla önem verilir oldu. Böylece…. Mehmet Pamak tarafından temsil edilen görüş giderek arka plana çekildi……. Başlangıçta ön planda bulunan, Batı’dan ve sol insan hakları örgütlerinden kendini ayırma düşüncesi böylelikle geride kalmış,….. Evrensel insan hakları (Batının seküler sapkın değerlerine dayalı olarak üretilen pozitif hukuk ve haklar anlayışı–MP) ve onun Batılı kaynaklarına yapılan açık atıflar da başlangıçtaki sınırlamaya ters düşmektedir. Nitekim Mazlum-Der’in şimdiki başkanı Yılmaz Ensaroğlu, meselenin insan haklarını Kur’an’a dayandırmak veya İslami açıdan yeniden tanımlamak olmadığını belirtmektedir. Mazlum-Der Batıda oluşmuş ve Uluslararası düzeyde tanımlanmış insan haklarını açıkça benimseyecek ve bunların gelişmesine dönük tartışmalara katılacaktır. Hatta bundan dolayı eski başkan Mehmet Pamak tarafından artık Müslüman bir örgüt olmadıkları gerekçesiyle eleştirilmişlerdir.” Yazar, Yımaz Ensaroğlu’ndan alıntılara dayandırdığı bu tespitleri yaptıktan sonra, Mazlum-Der’in “insan haklarını dinden türetme düşüncesine mesafelenmesiyle beraber, giderek daha açık bir şekilde evrensel geçerliliği olan (Batı’nın seküler) insan haklarını esas aldığını” da ifade etmektedir.
Bu alıntılardan da anlaşıldığı üzere, kuruluşta ve ilk uygulamalarında, ilke ve faaliyetlerini İslami referanslara dayandıran, İslami kimliği ve yalnız Allah’a ibadet anlayışını belirleyici kılan ve faaliyetlerini ibadet, ahiret ve hesap bilinciyle sürdüren Mazlum-Der giderek seküler bir değişime uğratıldı. İbadet ve hesap bilincinin yerini dünyevi hesap ve beklentiler almaya başlayınca, Mazlum-Der, kimi yöneticileri tarafından iktidar ve ranta ulaşmanın vasıtası olarak kullanılmaya, iktidar ve rantı ellerinde bulunduranlarla yakın ilişkiler kurulmaya, liberal ve sol Batıcı kesimlerden ve bu çizgideki medyadan itibar gördükçe onların seküler kavramları, ölçüleri ve değerleri içselleştirilmeye ve giderek Batının seküler insan hakları esas alınmaya başlandı. Ve giderek diğer pek çok STK’nın yaşamakta olduğu serüven Mazlum-Der içinde geçerli hale geldi. Yaşanan sekülerleşme sürecinde, giderek mesafe açıldı ve yaşanan her savrulma kanıksanarak daha ileriye gidildi. İlkesizce kurulan uluslar arası ilişkiler, Mazlum-Der’i küresel güçlerin emperyal amaçlı dönüştürme projelerinin içine kadar çekti. Kimi uluslar arası kurum ve kuruluşların, emperyal projelerini empoze ettikleri toplantılarına katılma ve elde edilen çıkarlar karşılığında, bu tür projelere destek sağlama konumuna sürükledi.
Mazlum-Der’in, AB’den aldığı 44.910 EUR ücret mukabilinde hazırlayıp, yine AB’nin onayı ve denetimi altında uygulamaya koyduğu “Yerel Sivil İnisiyatifler Mikro-Proje Programı” da bunlardan bir tanesidir. Bu projede yer verilen program hedefleri ile ilgili bilgiler gerçekten ibret verici nitelik taşımaktadır. Mesela, şu satırlar bu tür ilişkilerin ne kadar büyük savrulmalara sebep olduğunu ortaya koymaktadır: “ ….. Proje hedeflerinden bir diğeri ise, dini öğreti ile pozitif insan hakları hukuku arasında çelişki bulunmadığı, aksine uyum içinde olduğu düşüncesinin din adamları tarafından özümsenmesini sağlamaktır”. Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, yukarıda ifade elden tarihselcilik sapmasına ve bu anlamda Hasan Hanefi’inin “Şeriat ile çağdaş laikliğin tabii İslam’ın bir parçası olduklarını, laiklik ile İslam, şeriat ile aydınlanmanın idealleri arasında fark olmadığı” iddiasına paralel bir dönüştürme projesi Mazlum-Der tarafından uygulamaya konmuş bulunmaktadır. Böylece, İslam hukuku ile Batının seküler hukukunun ve pozitif insan hakları anlayışının arasında hiçbir çelişkinin bulunmadığı, tam tersine uyum içinde oldukları fikrinin, önce din adamları, daha sonra da, onların toplum üzerindeki manevi otoriteleri kullanılarak, bütün toplum tarafından özümsenmesi, Mazlum-Der öncülüğünde temin edilmek istenmektedir. Halbuki vahye dayalı tahrif edilmemiş bir İslam anlayışının, böyle Batıl ve saptırıcı bir düşünceyi kabullenmesi mümkün değildir. Çünkü, pozitif hukuk ile İslam hukuku ve Batının seküler insan hakları ile İslam’ın haklar anlayışı arasındaki farklılık, son derece temel ve akıdevi boyutlardadır. Her iki sistem, insan ve hak kavramlarına taban tabana zıt boyutlarda yaklaşmaktadırlar. Birinde kaynak ilahi iken diğerinde beşeridir. Hakların ve hukukun kaynağı, ölçüsü, muhtevası, güvencesi ve tüm bunların belirleyicisinin kim olacağı konuları iki sistemde en temel ve uzlaşmaz farklılık alanlarını oluşturmaktadır.
Sonuç, düşündürücü, ibret verici
ve ürkütücüdür
İşte böyle serüvenlerle önce kendileri seküler bir dönüşümü yaşayan ve yukarıda örneklendirilen kimi cemaat, vakıf ve dernekler ve bunların önder kadroları, akademisyenler, aydınlar, artık, ABD ile AB tarafından desteklenip finanse edilen projelerle daha geniş toplumsal kesimlerin sekülerleştirilmesi, Batı değerlerine ve pozitif hukuka doğru dönüştürülmesi amacıyla ciddi boyutlarda kullanılmaktadırlar. ABD ve AB’nin bu amaç için tahsis ettikleri fonlardan istifade etmek için ve bir takım dünyevi hesaplarla, uluslar arası ilişkilere girilmekte, emperyalist güçlerin düzenleyip finanse ettiği toplantılara ilkesiz bir biçimde katılınmaktadır. Gerek ABD elçisinin Türkiye’de düzenlediği gerekse Amerika’da düzenlenen bu tür İslam’ı ve Müslümanları sekülerleştirme amaçlı toplantılara katılan epey vakıf, dernek, cemaat vb STK söz konusudur.
İşte bunlardan birisi olan TGTV (Türkiye Gönüllü Kültür Teşekkülleri Vakfı) çevresinde kümelenen vakıflardan bazıları ve kimi Müslümanların, bu tür projelere destek için ABD ve AB yetkilileri ile toplantılar yaptıklarını ve çeşitli çıkarlar elde ettiklerini artık herkes biliyor. Bu çevrelerin, böyle projelerin ele alındığı toplantılara katılırken, illa da ihanet kastını taşıdıkları, tabii ki söylenemez. Gerçekten, başlangıçta iyi niyetli kimi amaçlarla da bu tür toplantılara katılanlar olabiliyor. Ancak bu ilkesiz, derin ve geniş ufuktan yoksun pragmatik ve kuşatılmaya müsait eklektik tutumlara sahip kişiler, bireysel bir güçsüzlük ya da kendisi olmada ve kendisi kalmada başarısız ve niteliksiz durumda bulunmak gibi zaaflar da eklenince, daha güçlü kurumların ve büyük maddi imkânların esiri konumuna sürüklenip, onların ifsad edici amaçları istikametinde kullanılabilmektedirler. Çünkü ABD ve AB’nin son derece büyük maddi güce ulaşmış ve geniş kadrolarıyla, uzun zaman dilimlerini gözeten projeleriyle ve daha pek çok imkânlarıyla kurumlaşmış yapılarının zayıf toplumları ve niteliksiz, ilkesiz, güçsüz insanlarını kolayca kuşatıp, öğütebilme ve kendi amacı istikametinde kullanabilme gücü vardır. Bu sebeple bu tür ilişkilerden ısrarla uzak durulması gerekmektedir. Üstelik bu tür projelerin görüşüldüğü, İslam düşmanı emperyalist odaklarca düzenlenen toplantılara, bir takım maslahat ve menfaatler devşirmek amacıyla ilkesizce katılanlar, genelde sağlam, muhkem bir akıdeye de sahip olmadıklarından çok daha kolay kuşatılmaktadırlar.
Bütün bunlar göstermektedir ki, belli bir bilinç seviyesini yakalamış bulunan entelektüel Müslümanların bile çok önemli bir kısmı; İslami kimliğin gerektirdiği, fedakârlık isteyen, ilkeli, tutarlı, şahsiyetli bir duruş ve direnişi sürdürememekte; Batıcı kesimlerden itibar görmek, çıkar devşirmek, çeşitli ikbal ve iktidar nimetlerinden istifade etmek amacıyla süratle seküler rüzgârlara kapılıp dünyevileşebilmekte ve değişime uğrayabilmektedirler.
Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki, gerek Batıda, gerekse Batının ve kimi kurumlarının yönlendirmesi altında ülkemizde uygulamaya konmuş bulunan, “Dinler Arası Diyalog”, “Dinler Arası Uzlaşma ve Hoşgörü” yada “tarihselciliğin” saptırıcı iddialarıyla örtüşen, “seküler, pozitif hukuk ve haklar ile İslam hukuku ve İslam’ın haklar anlayışı arasında çelişki yerine uyum bulunduğunu anlatma” vb dönüştürme projeleri çerçevesinde yapılmak istenen şey, Müslüman halkları Batının, muharref Hıristiyanlık kültürü ve seküler değerleri istikametinde dönüştürmektir. Ve maalesef pek çok İslami cemaatin yada entelektüel Müslüman’ın da şu yada bu hesaplarla bunlara katkıda bulunduğu acı bir vakıadır. Örnek olarak zikrettiğimiz, cemaat, vakıf ve dernekler ve bunların çevrelerinde toplanan aydın ve akademisyenler, önce kendileri dünyevi hesaplarla ve ilkesiz tutumlarla dünyevileşip, sekülerleşmişlerdir. Sonra da, kendilerini izleyen çevrelerini dönüştürmüşlerdir. Şimdi ise, artık kurdukları uluslar arası ilişkilerle temin ettikleri çıkarlar karşılığında, küresel güçlerle işbirliği yaparak Müslüman halkları ve İslam anlayışlarını sekülerleştirme, halkımızı ve din anlayışını dönüştürme, Protestanlaştırma projelerine hizmet sunmaktadırlar.
Kanaatimizce, bu tür kurum ve şahsiyetler, önce “emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker” görevimiz yerine getirilerek uyarılmalı, ısrar edenler ise bizim burada yaptığımız gibi kamu oyuna ifşa edilerek, savrulmanın yaygınlaşması engellenmelidir. Bu sebeple, hem kendilerini, hem de dönüştürmek istedikleri halkı uyarmak amacıyla ve ilmi delillerle savrulma noktaları ifşa edilmelidir.
Sekülerleşmeyle elimizden alınmak istenen İslami kimlik ve değerlerimize, Kitabımıza sımsıkı sarılarak bu büyük fitnenin yaygınlaşmasını engellemeye çalışmalıyız. Uyarılarımıza rağmen bu tür işbirlikçi çabaları sürdüren, bizim de müntesibi olduğumuz Allah’ın dininin, sekülerleştirilmesi için, daha tehlikeli ve tesirli olan içerden darbeyi indiren, cemaatler, vakıflar, dernekler ve önderleri, açıkça eleştirilerek dışlanmalıdır. Bu tür çabalar içindeki kuruluşların, akademisyenlerin ve aydınların, kendilerinin gittiği sekülerleşme istikametinde halkı da dönüştürmelerini engellemek, hiç olmazsa tesirlerini azaltmak için açıktan eleştirilmeleri ve bu hallerini düzeltene kadar dışlanmaları, her Müslüman’ın üzerine düşen ve mutlaka yerine getirilmesi gereken büyük bir sorumluluktur. Bu durumlarını düzeltmedikleri halde, hiçbir şey yokmuş gibi onlarla birlikteliklerin sürdürülmesi ise, bu tür savrulmalara meşruiyet kazandıracak ve üstelik daha da yaygınlaşmasına sebep olacak çok büyük bir yanlış ve çok büyük bir vebaldir.